Afganistan ve Pakistan'da Müslüman Peştunları ayıran İngiliz projesi: Durand Hattı

Ahmed Waleed Kakar

Durand Hattı uzun yıllardır Afganistan ile Pakistan arasında son derece hararetli tartışmaları tetikleyen bir mesele olmuştur. Bu tür konularda her zaman olduğu gibi tarihi açıdan karmaşık bir evrimsel süreç, doğruluğu bazen artan bazen de azalan çok sayıda iddialar haline dönüşmüştür. Bu söylemlerden ilki Peştun halkın yaşadığı toprakların Kabil yönetimi tarafından Britanya Hindistanı’na satıldığıdır. Durand Hattı’nın Afganistan ile olan sınırları sadece 100 yıllığına belirlediği iddiası ise biraz daha gülünçtür. Üçüncü ve en bön tartışma da Duran Hattı’nın günümüzde Afganistan ile Pakistan arasında bir sınır olarak kabul edilmesinin ne derece hukuki olduğu (veya olmadığıdır). Makalede, bu üç gündem maddesi, devlet destekli söylemleri desteklemek yerine bir akademik çalışma sahası olan tarihin kapsamlı şekilde araştırılması ve üzerinde çalışılmasına dayalı olarak ele alınacaktır. Makalenin amacı, ne kadar tatsız olursa olsun Durand Hattı’nı jeopolitik bir gerçeklik olarak ele almaya çalışan tarih okuyucularına kapsamlı, meselenin özünü kısa tutmayan ve önyargılardan uzak bir mercek sağlamaktır.

ABD'nin Afganistan'dan çekilme süreci

2001 yılından bu yana Afganistan’ı işgal altında tutan ABD kuvvetlerinin geri çekilme süreci başladı. Bu süreç Afganistan-Pakistan ilişkileri hususunda bir dönüm noktası olabilir. 1947’den bu yana iki ülke arasındaki ilişkilerin başının belası Durand Hattı meselesi hala ortada durmaktadır. Durand Hattı, bölge insani tarafından kutsiyet atfedilen toprak bütünlüğü ve bağımsızlık gibi konuları ilgilendirmektedir. Söz konusu hat, Afganistan’da (ve az da olsa Pakistan’da da) tarihi bir adaletsizlik olarak görülürken Pakistanlılar tarafından genellikle meşru bir sınır olarak kabul edilmektedir. Hat çevresinde dönen basit kahve tartışmaları zamanla evirilerek, görünürde akademik ancak içi yalanlar ve yarı doğrularla dolu olan ve fanatiklerin “gördün mü bak” taktiğine uygun en sevdikleri o tarihi konseptten çıkartılmış tek vakayı doğruluğuna çoktan karar verdiği çıkarımı desteklemek için kullandıkları çok farklı bir boyuta gelmiştir. Tarihi görkemli hıyanet masalları seviyesine alçaltan ve her iki tarafın da mağdur hissetmesini teşvik eden bu vaziyet bir sorun kaynağıdır. Bu ortam, sarsılmaz bir mağduriyet psikolojisi üzerinden kendini tanımlayan ve karşı tarafa sürekli agresif davranma iştahı asla dinmeyecek kesimi tatmin etmek için ortak bir noktada buluşma yolundan çıkmaları adına hem Kabil hem de İslamabad yönetimlerine itici güç temin etmektedir.

Durand Hattı nedir?

Durand Hattı, Afganistan ile Pakistan’ı ayıran uluslararası sınırdır. Söz konusu hat, Afgan Emir Abdurrahman Han ve Britanya Hindistanı yönetimi arasında “iki tarafın nüfuz alanlarının sınırlarının” düzenlenmesi amacıyla 1893 yılında imzalanan bir anlaşma ile hayata geçmiştir. Afgan hükümdarlar 1905, 1919, 1921 ve 1930 yıllarında ayrı ayrı bu hattı sınır olarak kabul eden anlaşmalar imzalamıştır. Durand Hattı, aralarında geçmişte “Afganistan” diyarının çekirdeğini teşkil eden toprakların da bulunduğu yüzyıllardır Beluç ve Peştunların (yani “Afganların”) yaşadığı yerleri ikiye bölmektedir. Kabil yönetiminin o dönemki itirazlarına rağmen 1947 yılında bağımsızlığını ilan eden Pakistan bölgedeki İngiliz yönetiminin varis devleti olarak Durand Hattı’nı da miras olarak aldı. Hat bugün hala Kabil tarafından en azından resmi olarak meşru bir sınır olarak tanınmamaktadır.

Popüler tarih

Hat ile alakalı popüler tarihe birkaç iddia şekil vermektedir. Bu iddialardan ilki, Afgan Emiri Abdurrahman’ın büyük bir meblağ karşılığı 1893 yılında Durand Hattı’nı kabul ettiği güne kadar söz konusu toprakların Afgan kontrolünde olduğudur. Buna ilaveten hattın Hint-Afgan sınırını sadece 100 sene belirlemesinin öngörüldüğü iddiası da mevcuttur. Bunlar, lafı çevirmeden söylemek gerekirse kategorik olarak yanlıştır.

Abdurrahman’ın anlaşmaya para karşılığı imza attığı iddiası en hafif manada muhatabını kandırmaya yönelik bir girişimdir. Bu iddianın kaynağı, 1878’de yaşanan İkinci İngiliz-Afgan Savaşı'na kadar hattın doğusundaki toprakların Afganistan tarafından kontrol edildiğini ancak bu savaşın ardından Emir Muhammed Yakup Han’ın Hayber Geçidi, Kurram, Sibi ve Pişin’i 600.000 rupi karşılığında Britanya Hindistanı yönetimine verdiğini iddia eden eğri anlayışa dayanmaktadır. Daha sonra ise Yakup’un kuzeni olan Emir Abdurrahman da 1893’de Durand Anlaşmasına imza atmıştır. Abdurrahman zaten bu anlaşmayı imzalamadan önce de İngilizlerden ödeme almaktaydı. Anlaşma sonrasında ise bu ödemelerin miktarı daha da artırılmıştır.

Bu (yanlış) anlaşılmaların günümüze bazı yansımaları mevcuttur. Eğer hat, 100 yıllığına sınırı belirlemek üzere kabul edildiyse söz konusu toprakların 1993 yılında haklı olarak Afganistan’a iade edilmesi lazım gelirdi. Eğer Abdurrahman denildiği gibi bu toprakları ve içinde yaşayan halkını İngilizlere para karşılığı sattıysa bu durum Kabil yönetiminin bu toprakları ve insanlar üzerindeki iddialarına derin zarar verir. Aramızdan hangimiz, topraklarını ve insanlarını yabancı bir imparatorluğa para karşılığı satan bir devlete tekrar katılmak ister ki?

Bu bakış açıları çok sayıda soru işaretini gündeme getirmektedir. Durand Anlaşmasının kaç sene yürürlükte kalmasında mutabık kalındı? Hat gerçekten de bugün meşru bir sınır olarak dikkate alınmaya layık mıdır? Birden fazla Afgan hükümdar niçin bu anlaşmayı defalarca onaylamıştır? Tarihi “Afgan” toprakları gerçekten “satıldı” mı?

Bu soruları düzgün bir şekilde cevaplayabilmek için Afgan toprak kayıplarının nasıl bir siyasi ve askeri bir ortamda gerçekleştiğini anlamak elzemdir. Söz konusu toprak kayıplarının büyük çoğunluğu Afganistan’ın doğudaki komşuları olan önce Sihler (Sih dinine mensup insanlar) daha sonra onların yerine gelen İngilizlerle yapılan Afgan Savaşları neticesinde gerçekleşmiştir.

Sihler

Bir zamanların güçlü Dürrânî İmparatorluğu (Dürrânîler) 1820’li yıllarda çökmüştür. Soylular arasındaki iç çatışmalar ünlü hükümdar Ahmed Şah Dürrânî ve Barakzay-Muhammedzay soyundan gelen Abdaliler arasındaki aşiret savaşlarına dönüştü.  Uzun yıllar boyunca imparatorluğun vezirliğini yürüten Muhammedzay aşireti bu savaşların ardından Abdali hanedanlığını yıktı. Meydana gelen güç boşluğu ortamında Muhammedzay aşiretinin kendi içinde çatışmalara başlaması uzun sürmedi. Bu sürecin sonunda Afganistan krallığı Kandahar, Kabil ve Peşaver gibi büyük şehirler üzerinden kendini tanımlayan ve hepsi birbirine rakip çok sayıda küçük beyliğe bölündü. Abdali hükmünün son kalesi olarak kalan Herat vilayeti ve şehri ise Safevilerin defalarca saldırmasına rağmen ayakta kaldı ve ancak 1863 yılında Afgan krallığı bünyesine katılabildi.

Muhammedzay aşireti içindeki taht kavgaları neticesinde Dost Muhammed Han, Kabil’in hükümdarı olarak ortaya çıktı. Dost Muhammed’in kardeşi Sultan Muhammed Han Telayi tarafından yönetilen Afganların kış başkenti Peşaver doğuda Ranjit Singh liderliğinde yükselişe geçen Sih İmparatorluğu tarafından tehdit altındaydı. Bir taraftan Dost Muhammed diğer taraftan da Sihler tarafından baskı altına alınan Telayi şeytanla anlaşma yaptı ve Ranjit’i Peşaver Vadisinin hükümdarı olarak tanıdı. Çoğunlukla Yusufzaylar gibi Afgan aşiretlerinden müteşekkil yerel soylular ile ittifak eden Telayi, Seyid Ahmed Şahid liderliğinde Ranjit’e karşı yürütülen cihadı durdurmak için çalıştı. Bu faaliyetlerin iki amacı vardı. Bir yandan yerel aşiretlerin pozisyonları güçlendirilirken diğer yandan da potansiyel olarak Telayi ve müttefiklerinin ekmeğine yağ süren aşiretlere dayalı yönetim sistemine karşı kullanılması muhtemel cihat akımının beraberinde getirdiği tehlike bertaraf edildi. Bu ittifakvari ortaklık hem İslam kurallarına hem de aşiret törelerine göre düpedüz bir ihanetti.

Ancak bu evlilik çok uzun sürmedi. Sihler tarafından 1834’de ilhak edilmesinin ardından Peşaver çok ağır şartlar altında işgale maruz kaldı. Bu işgalin önünü açan ise Britanya Hindistanı ve Ranjit Singh ile ittifak ederek kendi dedesi Ahmed Şah Dürrani’nin başkenti Kandahar’a saldıran Şah Şuca el-Mülk Dürrani’nin yaptıkları oldu. Bu saldırı nedeniyle Kandahar’ı müdafaa etmek için bölgeye yetişmesi gereken Afgan kuvvetleri aynı anda Ranjit Singh’in Peşaver’e girmesine mukavemet göstermek için yeteri kadar güçlü değildi. Yani bir diğer deyişle bugün Durand Hattı’nın doğusundaki toprakların Afganların elinden trajik bir şekilde çıkma süreci 1834’den önce başlamış, bu süreçte önce geçici de olsa artık günümüzde bir gerçeklik olarak Peşaver bir Afgan toprağı olmaktan çıkmıştır.

İkinci İngiliz-Afgan Savaşı

İkinci İngiliz-Afgan Savaşı 1878’de başlamıştır. İngilizler tarafından öne sürülen casus belli (savaş nedeni) Emir Şir Ali Han’ın İngilizlerin, Kabil’de diplomatik bir temsilcilik açılmasına izin vermesine yönelik ültimatomunu reddetmesiydi. Emir, söz konusu diplomatik heyeti topraklarına girmekten men etmiş ve Kabil’e gitmek amacıyla yola çıkan diplomatlar Hayber Geçidi’nde durdurulmuştu. Kendilerine göre aciz bir krallıktan başka bir şey olmayan bir yönetimin taleplerini kabul etmemesini gururlarına yediremeyen İngilizler bu olayın ardından Afganistan’ı işgale kalktı. Savaşın başladığı günlerde Mezar-ı Şerif’te çok sevdiği oğlu ve veliahdı Abdullah Can’ın ani ölümünün yasını tutarken, özenle hazırladığı orduların tekrar tekrar mağlup olmasının ve beklediği üzere savaşa girmesi halinde kendisine yardım sözü veren Rusların ihanet etmesinin ardından krallığının İngilizler karşısında yıkılmaya başladığına şahit olan Şir Ali 21 Şubat 1879’da hayata veda etti. Siyasi feraseti ve müttefik seçimi hiçbir zaman cesareti kadar parlak olmadı.

Şir Ali ölümünden hemen önce, Abdullah Can’ın veliaht ilan edilmesinin ardından babasına başarısız bir şekilde baş kaldıran Muhammed Yakup Han’ın salınmasını emretti. Bir zamanların hayat dolu prensi hapsedilmesinin ardından fiziksel manada çökmüştü. Anlatılanlara göre salıverilmesinden sonra düz yürümekte bile zorlanmaktaydı. Yeni hükümdar, İngilizlerle olan savaşın sona ermesi için, Afganların milli şuuruna bir aşağılanma damgası olarak basılan Gandamak Anlaşmasına imza attı.

Gandamak’ın 3. Maddesine göre Afganlar dış işlerinde Britanya Hindistanı’na bağımlı olmayı kabul etti. Geçmişteki tüm Afgan Emirleri tarafından şiddetle karşı çıkılan İngilizlerin Kabil’de sürekli bir temsilci bulundurması da 4. Madde ile garanti altına alındı. İlaveten toprak kayıpları da oldu. Anlaşmanın 9. maddesine göre Hayber ve Miçhni Geçitleri İngilizlere geçerken, “hala Afgan Krallığı’nın bir parçası olarak kalacak şekilde” Sibi ve Pışin de İngilizlerin kontrolüne devredildi. Anlaşmanın 10. Maddesi gereğince Emire “otoritesini geri kazanma ve korumasına” ve “kabul ettiği ön şartların tamamını etkin bir şekilde yerine getirmesine” yardım etmek amacıyla 600.000 rupi ödeme yapıldı. Bahsi geçen ön şartlar, kurulacak telgraf hattının güvenliğinin sağlanması, Kabil’de görev yapacak Temsilcinin güvenliğinin sağlanması ve ticaret yollarının açık tutulmasıydı.

Emire ödeme yapılması ile toprak kaybı ile alakalı iki maddenin çoğu zaman birlikte zikredildiğine şahit oluruz zira bu şekilde yapıldığında anlaşma sanki kazananın kaybedene son derece aşağılayıcı şartları kabul ettirmesi şeklinde değil de Yakup’un topraklarını ve içinde yaşayan halkının bir kısmını İngilizlere para karşılığı sattığı şeklinde daha rahat gösterilebilmektedir. Yaşanmış tarihi bu ucuz numaralarla yeniden yanlış şekilde yazmak için gösterilen ilgi inkâr edilemeyecek bir seviyededir.

Kabil’in aldığı para yardımlarının tarihi

İngilizlerin yaptığı para yardımlarının anlaşılabilmesi için Gandamak öncesi İngiliz-Afgan ilişkilerinin bu bağlamda kavramsallaştırılması elzemdir. Peşaver’in kontrolü meselesinde Afganlar ve Sihler arasındaki gerginlik nedeniyle patlak veren Birinci İngiliz-Afgan Savaşı neticesinde 1842 yılında Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) ağır bir yenilgi aldı. Ancak 1855 yılına gelindiğinde durum çok değişmişti. Dost Muhammed tekrar Kabil’de hüküm sürmekteydi ancak bugünkü kuzey Afganistan bölgesini tekrar kendi kontrolüne alma süreci devam etmekte ve Perslerin desteğini arkasına alan kardeşlerinin Kandahar’daki faaliyetleri de kendini güvende hissetmesine engel olmaktaydı.

Peşaver meselesi yüzünden daha önce tahtını kaybeden Dost Muhammed bu sefer doğudaki yeni komşusu ve Peşaver’in hükümdarı İngilizlere uzlaşma yanlısı olduğuna dair açık sinyaller gönderdi. Bu sürecin sonunda İngiliz-Afgan ittifakını iyice sağlamlaştıran Peşaver Anlaşması 1855 yılında imzalandı. Bu anlaşma çerçevesinde kendisine 500.000 rupi, 4000 çakmaklı tüfek ile her tüfek için 200 mermi, barut ve süngü verildi. Dost Muhammed daha sonra bu yeni ekipmanları kullanarak Kandahar’ı ele geçirdi. 1857 yılında ise cereyan etmekte olan İngiliz-Pers Savaşı çerçevesinde Afgan-İngiliz ittifakı iyice sıkılaştı zira Perslerin Herat bölgesi üzerine yaptığı planlar Afganları rahatsız etmekteydi. Dost Muhammed İngilizlerden bu kez 4000 müsademeli tüfek ile her tüfek için 200 mermi ve süngünün yanında savaş süresince her yıl 1.200.000 (toplamda 2.100.000) rupi aldı.

Bu vaziyet Dost Muhammed’in ölümünden sonra da devam etti. Emir Şir Ali’ye İngilizler tarafından daha da büyük yardımlar yapıldı. 1868-1869 boyunca kendisine 10.000 misket tüfeği, 4 adet 18’lik muhasara silahı (ilaveten her silah için 300’er mermi), 2 adet 8 inç top (ilaveten her top için 200’er mermi), 4 adet 3’lük dağ topu, 2 adet 12’lik top ve 1.200.000 rupi teslim edildi. Şir Ali bir sonraki yıl ise 1200 Brunswick marka tüfek, 1200 yivli tüfek, 1000 yivsiz tabanca, 50.000 sürtünme tüpü ve 1.000.000 müsademe kapsülü (fişeği) aldı. 1872’de de kendisine 1000 tüfek (ilaveten tüfek başına 100 mermi), 200 Brunswick marka tüfek (ilaveten tüfek başına 100 mermi) ve 200.000 rupi verildi. 1873’de yapılan son hibede ise 15.000 Enfield marka tüfek, 5000 Snider marka tüfek (ilaveten tüfek başına 200 fişek ve mermi) ve 1.000.000 rupi İngilizler tarafından Afgan kralına teslim edildi. Bu yardımlar ve hibeler karşılığında Afgan tarafından İngilizlerin bir toprak talebi olmadı.

İkili ilişkiler 1873 yılında kötüleşmeye başladı. O yıl yardım olarak verilen 1.000.000 rupi Kohat’taki hazine odasında bekletildiği için Emir’in eline hiç geçmedi. İkinci İngiliz-Afgan Savaşı öncesinde İngilizlerin Kabil’deki yönetimlere yaptığı yardımların tarihi göz önüne alındığında Gandamak Anlaşmasının farklı bir bakış açısından incelenmesi mümkün olmaktadır. Gandamak’ın Afgan tarafına ağır şartlar kabul ettirdiği inkâr edilemez ancak anlaşma çerçevesinde elde edilen askeri ve mali yardımlar sırf dalalete sapmış olmak için değil savaş öncesi statükonun yeniden tesis edilmesi için alındı.

Gelinen noktada ortada hala bir soru durmaktadır. Geçmişte Afganistan’ı işgal edebileceğini kanıtlamış bir İngiltere ne diye Kabil’deki Emirlere bir yandan büyük paralar gönderirken diğer yandan da onları baştan aşağı silahlandırdı? Bu sorunun cevabı, Şir Ali’nin tahta çıkmasının ardından İngiliz diplomat John Lawrance’ın kendisine gönderdiği mektupta izah edilmiştir. Lawrance söz konusu mektupta şu ifadeleri kullanmaktaydı:

“Tüm Afganistan sathında … güçlü, adaletli ve merhametli bir yönetim görme … arzumuzun bir nişanesi olarak … otoritenizin pekiştirilmesi amacıyla 600.000 rupi tamamen sizin tasarrufunuzda olacak şekilde teslim edilecektir.”

İngilizlerin Şir Ali’nin otoritesini pekiştirmek istemesinin sebebi karşı tarafın kara kaşı kara gözü elbette değildi. İngilizlerin bakış açısına göre, Kabil yönetimine yapılan nakit ve silah yardımları ile kendi kontrolü altındaki Hindistan cephesinin istikrarına katkı sağlayacak güçlü bir Afgan devleti varlığı garanti altına alınmalıydı. Günümüz Pakistan’ı ile o zamanki Britanya Hindistanı yönetiminin çıkarları arasındaki paralellik gözden kaçırılmaya imkân bırakacak kadar küçük olmaktan uzaktır ve bu durum açıkçası gayet de normaldir zira modern Pakistan devleti o günkü İngiliz yönetiminin elindeki coğrafyayı bir nevi miras almıştır.

19. yüzyıldaki Rus Çarlığı ve daha sonra Afganistan’ın kuzeyindeki Orta Asya Hanlıklarını bir bir yutan Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan tehdit sürekli makalenin konusu olan bölgenin gündeminde olmuştur. Afganistan’a yapılan yardımlar sadece 19. yüzyıla özgün değildi. Muhammedzay aşiretinden gelen ve Emanullah Han’ın akrabası olan Muhammed Nadir Han 1930 yılında Kabil’deki tahtı Habibullah Kalakani’den ele geçirmiştir. Tahta çıkmasının ardından Host ve Kohdaman’da Şinvarilerin başlattığı isyanlarla karşı karşıya kalan Nadir’in ülke sathındaki kontrolü en iyimser ifadeyle zayıftı. İngilizlerin güvenilir bir ortak ve taht üzerinde meşru hak sahibi olarak gördüğü Nadir’e 175.000 pound nakit para ile 10.000 tüfek ve 500.000 mermi hibe edilmesi İngilizlerin Kabil’e niçin yardım ettiğine dair sorulara açık bir yanıttır.

Afganistan topraklarının paylaşılması

İngilizlerin bu Afganistan politikasında kısa süreliğine de olsa bir değişim yaşandı. Bu süreç, Gandamak Anlaşması ile güvenliği taahhüt edilen İngiliz Temsilci Louis Cavagnari’nin başını Vardag aşiretinin çektiği isyancı Afgan askerleri tarafından öldürülmesinin üzerine başladı. Bunun üzerine Gandamak’ın nihayete erdirmiş olması gereken savaşın ikinci evresi yani Afganistan’ın topraklarının paylaşılmasına dair İngiliz planları devreye girdi. Bu planlara göre Kandahar, Muhammedzay aşiretinden seçilecek bir hükümdar veya valinin emrine verilerek sıradan bir Hint prensliği statüsüne getirilecek, Herat ise ya Kandahar’a bir demiryolu ile bağlanarak İngiliz nüfuzu altına alınacak ya da topyekûn Pers devletine bırakılacaktı. Planının başarıya ulaşması büyük ölçüde İngilizlerin yerel işbirlikçiler bulup bulamayacağına bağlıydı. İngilizler, “40’lı yaşlarının başında, orta boydan kısaca, zeki bir yüze, kahverengi gözlere, hoş bir gülüşe ve direkt ve edepli bir tavra sahip, hanedan üyelerinin arasındaki en kalitelisi, konuşurken hem mantıklı hem de siyasi manada ayağı yere basan” bir adamda aradıkları müttefiki buldular.

Bu adam, dedesinin kurduğu Afgan Krallığını dağıtmaya razı gelen Abdurrahman Han idi.

Yorgun kuzeni Yakup, işinde gayretli amcası Şir Ali ve meşhur dedesi Dost Muhammed’in Afganistan Emiri olarak kabul edildiği gibi popüler olmayan Abdurrahman Han sadece Kabil Emiri olarak görülmekteydi. Ancak bu durum fazla uzun sürmedi. İngilizler tarafından başlatılan ve Kandahar’ın neredeyse bağımsızlığı anlamına gelen deneyin ne derece popülerlikten uzak olduğu, İngiliz kuklası hükümdarın emrindeki 500 atlı hariç diğer askerlerin tümü Serdar Eyüp Han’a iltica ederek Meyvand’a doğru harekete geçince anlaşıldı. Bu vaziyet üzerine plan derhal terk edilerek Kandahar tahliye edildi. Abdurrahman şehri ilhak ederek İngiliz işgalciler ile ittifak etmesi nedeniyle kendisine muhalefet eden yerel liderler ve alimleri katletti.

Abdurrahman Afgan tahtını elde etmek için Afganların ilk başkenti, kendisinin de mensubu olduğu Dürrani-Barakzay-Muhammedzay aşiretlerinin asıl memleketi Kandahar’dan vazgeçecek kadar ileriye gitmeye razıydı. Kandahar’a daha sonra hükmetmesi ise planlı bir süreçten daha çok tesadüfen gerçekleşti. Abdurrahman’ın gücü ele geçirme süreci, yaptıklarının arkasındaki nedenlerin doymak bilmezlik ve kendi şahsi gücünü muhafaza etmek olduğunu açıkça göstermektedir. İleride hüküm sürdüğü dönemin sonlarına doğru 1893’te Durand Anlaşmasını tekrar imzalaması da bu minvaldendir ki bu anlaşma nedeniyle çok sayıda Afgan aşireti Afganistan devleti için çizilen yeni sınırların dışında kalmıştır.

Bu durumun, kendilerini bir anda hattın İngiliz tarafında bulan aşiretlerin tümünün ihanete uğraması şeklinde okunması aslına bakıldığında birbirinden son derece farklı olan bu aşiretlerin topyekûn İngiliz emperyalizmine muhalif olduğu gibi kronolojik manada hatalı bir çıkarım yapılmasına neden olur. Gerçekte olan ise bu yerel aşiretlerin İngilizlerle olan münasebetlerinin her vaka özelinde farklı cereyan ettiği, kimisinin açıktan İngilizlere savaş açarken kimisinin ise sıcak iş birliği içinde olduğudur. Çoğu zaman Kabil’in mesele üzerine laf söyleyecek bir vaziyette olduğu söylenemez. Bu durumun sayıca hayli fazla olan misallerinden bazılarına yazının devamında değinilecektir.

Aşiretlerin İngiliz İmparatorluğu ile iş birliği

Kurram bölgesinde ikamet eden Turi aşireti kendisiyle komşu olan aşiretlerden farklı olarak Şii inancına tabiydi. Kurram şehrinin İkinci İngiliz-Afgan Savaşının ardından elden çıkmasıyla birlikte Turilerin tercihleri de gün yüzüne çıktı. Kurramlı Bangaş ve Turi aşiretleri tarafından İngilizlere gönderilen arzuhalde bu iki aşiretin Dürranilere olan “nefretinin” çok büyük olduğu “eğer bizim etimiz ve kemiklerimiz ile onların (Dürraniler) eti ve kemikleri aynı kazanda kaynatılsa su birbirine değmez” ifadeleriyle tasvir edilmekteydi. Turi aşiretinin yeni İngiliz hükümdarlarına olan sadakati bu nedenle gayet sağlam oldu. Bazı İngiliz yetkililer tarafından “beş para etmez” bir yer olarak tanımlanan Kurram’ın yerlisi olan Turiler, memleketleri hakkında böyle düşünen İngilizlere giderek bir daha asla Kabil’e bağlı olarak yaşamalarına izin verilmeyeceğine dair onlardan söz aldı.

Bölgenin biraz daha güneyinde yaşayan Bhittani aşiretinin İngilizlerle olan münasebetleri ise dalgalıydı. İngilizler bu aşirete 1861 yılında Bannu’dan kendi topraklarına uzanan yolun emniyetini sağlama görevini vermişti. 1876 yılında ise aynı aşiret Dera İsmail Han sınırının kendi tarafında kalan bölge ile güneydeki geçitlerin emniyetini de üstlendi. Bu süreç içinde Bhittaniler ile Meşhud aşireti arasında sık sık çatışmalar yaşandı. 1879 yılında Tank şehrine saldıran Meşhud aşireti burayı yağmaladı. Şehri korumakla görevli Bhittani aşireti mensubu adamlar saldırı esnasında ya direnmemeyi tercih ettiği ya da saldırganlarla aktif iş birliği yaptığı gerekçesiyle tüm Bhittani aşiretine ceza kesildi. Emir Abdurrahman’ın Veziristan’da hak iddia ettiği 1883 yılında ise Bhittani aşireti İngilizlerle olan ilişkilerini düzelterek kendilerine geçmişte verilen emniyet sağlama görevine geri getirildi. Mehşud aşireti ile İngilizler arasındaki ilişki ise bu olaylardan on yıllarca sonra dahi karşılıklı şüphe ve gerginlik dolu olarak devam etti.

Hattak misalinde olduğu gibi bazı aşiretler ise para karşılığında direkt olarak İngiliz yönetiminin emri altına girmeyi tercih etti. Hattak aşiretinden devşirilen askerler Thul çevresindeki yolların emniyetini sağlamak üzere kullanıldı. Hatta bu iş birliğinin tavan yaptığı dönemde İngiliz Hindistanı Ordusunun %7.7’si Peştun ve diğer aşiretlerden müteşekkildi. Hatta bazı Peştunlara yöneticilik dahi bahşedildi. Bunlar arasında Pakistanlı Başkanlar Yahya Han ve Eyüp Han gibi isimler de vardı. Pakistan’ın bağımsızlık ilan etmeye hazırlandığı dönemde dahi Eyüp Han emrindeki bir tugay askerle birlikte kendi soydaşı Peştunlara karşı İngilizler adına savaşmaktaydı.

Hayber Geçidinin en kuvvetli aşireti Afridi’nin de burada zikredilmesi gerekmektedir. 1893 yılında Durand Anlaşmasının imzalanmasının ardından İngilizlerin uç aşiretleri daha doğrudan idare etme hususunda kendilerini daha rahat hissetmeleri Yusufzay’ın Malakand Muhasarasında ortaya koyduğu cesaret ile ölümsüzleşen geniş katılımlı bir aşiretler isyanını tetikledi. İsyan bayrağını çekenler arasında bulunan Afridi aşireti Afgan kralı Abdurrahman’a elçi gönderip hem milli (Afgan) hem de dini (İslam) açıdan birlik olunması gerektiğini hatırlatarak İngilizlere karşı yürüttükleri cihada yardım etmesini talep ettiler. İngilizlere karşı soydaşlarıyla birlikte savaşmak için topraklarına geri dönmemeyi dahi göze alarak başkalarınca çizilen “hattı” aşan binlerce Afganın başlattığı inisiyatife rağmen Abdurrahman gelen yardım taleplerini sürekli reddetti.

Afridi aşiretine Hayber Geçidini ticari faaliyetlere açık tutması karşılığında dönemsel ödemeler yapılırdı. Mesela Emir Dost Muhammed, geçit üzerinde söz sahibi aşiretlere dağıtılmak üzere 25.000 rupi bütçe ayarlamıştı ancak bu ödemeler aşiretlerin bölgeden geçen yolculara müsaade etmemesi üzerine kesildi. Bu durum, 2. İngiliz-Afgan Savaşı esnasında Afridi aşiretinin toprakları üzerinden Afganistan’ı işgale çıkan İngilizlerle geçmiştekinden daha karlı bir anlaşma yapılması için bir fırsat doğurmaktaydı.

İngilizlerle vardığı anlaşma gereğince Afridilere Dost Muhammed zamanında aldıklarının üç katından fazlası olarak 87.540 rupi tutarında dönemsel ödeme yapılmasına karar verildi. Afridi mensupları arasından seçilen militanlar geçidin emniyetini sağlamak üzere bölgede konuşlandırıldı ve bu faaliyetlerin maliyeti olan 87.392 rupi de tamamen İngilizler tarafından karşılandı. Bölgeden geçen İngiliz ordusuna mukavemet çok küçük çaplıydı. Şir Ali’nin emrinde çalışan Abdullah Nur ve Afridi aşiretine bağlı Kukihel ailesinden Malik isimli şahıs haricinde ilerleyen İngiliz askerine karşı koyan çıkmadı. Kabil’deki İngiliz Temsilcisi Louis Cavagnari’nin raporuna göre Abdullah Nur “sadece harçlığını çıkartmanın peşinde” olan bir karakterdi. Kandahar Savaşında Afgan kuvvetlerini mağlup eden ordunun başındaki İngiliz General Lord Roberts raporlarında, Afridi aşiretinin “İngiliz hükümeti ve Kabil’deki hükümdarın çıkarlarının tarafında” olduğunu zikretmektedir.

1897 yılında gelindiğinde ise Afridilerin denge siyaseti iflas etti. Machiavelli’nin tarafsız kalmaktan kaçınılması gerektiğine yaptığı uyarılar dikkate alınmış olsaydı bu Afridi aşiretinin işine gelirdi. Machiavelli, tarafsız bir cenaha, kazanan tarafın “şüphe ile yaklaşırken, kaybeden tarafın ise “ihtiyacım varken yardımıma gelmedin diyerek” gelecekte talep etmesi halinde yardım etmeyeceğini savunur. Tabi bu, Afridilerin “tarafsız” olarak tanımlanması durumunda geçerliydi. Fakat bu aşiret tarafsız değildi zira para karşılığı İngiliz askerlerinin Afganistan içine geçişine yataklık eden Afridiler özünde işbirlikçiydi. Bu nedenle, Afridilerin, Kandahar’ı İngilizlere bırakmayı dahi göze alan ve oturduğu tahtı onlara borçlu olan bir Emirin kendilerine İngilizlere karşı yardım edeceğini düşünmüş olmaları bir hayli ilginçtir. Sürecin sonunda Durand Anlaşmasını bahane gösteren İngilizler en başta para ile yanlarına çektikleri Afridileri kendi elleriyle ateşe attıkları o çok sevdikleri bağımsızlıkları uğruna aldıkları paradan vazgeçmeye zorladı. Afridiler bir süre sonra da hem paralarını hem de bağımsızlıklarını kaybedeceklerdi. 1930 yılında ise Afgan Başbakan Muhammed Haşim Han, bu kez Hindu milliyetçilerine olan yakınlıkları hasebiyle Afridi aşiretine şüpheyle yaklaştı.

Durand Anlaşması'na giden yol

Durand Anlaşması 1893 imzalanmıştır. Anlaşmanın imzalanmasından önce Afganistan Emiri Hindistan’daki İngiliz yönetimine giderek her iki tarafın da nüfuz alanlarına dair bir anlaşmaya varılması hususunda adım atılması için girişimde bulunmuştur. Anlaşmanın imzalandığı tarihe kadar iki taraf arasındaki gerginlikler devam etmiştir. Bir yandan İngiliz yetkililer Afganistan’a yapacakları silah teslimatlarını durdururken diğer yandan da Abdurrahman Hazaralara karşı neredeyse soykırım seviyesinde bir savaş yürütmekteydi. Emir olarak tahta çıktığı ilk yıllarını Kabil’in güneyi ve doğusundaki kendi soydaşları olan Peştunlara boyun eğdirtmek ile geçiren Abdurrahman doğal olarak İngilizler ile Kabil yönetiminin nüfuz altına almak için rekabet ettiği söz konusu hattın doğusunda kalan aşiret topraklarını da kendisine bağlamak arzusundaydı. Bu amaç doğrultusunda çalışan Emirin Zhob (Kakaristan) ve Vana’daki (Veziristan) yetkilileri tehdit edilerek görev yerlerinden kovalandı. İngiliz Valisi Landsowne, Emirin her iki tarafın anlaşacağı bir şekilde söz konusu toprakların bölünmesi hususunda mutabık kalmaması halinde Hindistan hükümetinin “kendi kararlarını harita üzerinde çizeceği” uyarısında bulundu.

Emir, Kandahar yakınlarındaki Hocak Tepesi üzerinden geçerek uzatılması planlanan demiryolunun hayata geçmesinden korkmakta ve bu durumu kendi deyişiyle “karnına bıçak sokulmasına” benzetmekteydi. Abdurrahman görüşmeler sırasında, Afgan aşiretlerin bölünmesinin ardından “ne sana ne bana faydaları olur” fikrini savunurken ilaveten kendisinden koparılacak olan aşiretlerin İngilizlere karşı savaşa devam edeceğini de ekledi. Son olarak da “benim milletimden ve benim dinimden olan bu aşiretlerin bölünmesi halkımın gözündeki prestijimi zedeleyip beni zayıf gösterecektir” diye son bir itirazda bulundu. Abdurrahman her iki itirazında da tamamıyla haklıydı. Kendisinin de öngördüğü üzere 1897’de patlak veren aşiret isyanı Emirin bu uç aşiretler hakkında dediklerini onaylar nitelikte olacak ve aşiretlerin bölünmesi kendisinin tarih boyunca eleştirilmesine yol açacaktı. Yazıda açıklandığı üzere bu eleştirilerin bazıları özellikle de Afridi, Turi ve Bhittani gibi stratejik noktalarda ikamet eden aşiretlerin (en azından bazılarının) İngilizlerle iş birliği yaptığı göz önüne alındığında yersizdir.

Sonuç olarak, Abdurrahman’ın çekinceleri pek de bir şeyi değiştirmeyecekti zira İngilizler Abdurrahman’a ne isterlerse zorla kabul ettirecek bir durumdaydı ve tam da böyle yaptılar. Anlaşmanın imzalanmasının ardından silah ve cephane teslimatları tekrar kesintisiz şekilde devam etti. 2. İngiliz-Afgan Savaşı ile İngilizlerin kendileri tarafından yıkılan Afgan yönetiminin otoritesinin tekrar tesis edilmesinin kendileri için ne kadar önemli olduğunu Sömürge Valisi Lord Ripon’ın “bu bizim vazifemizdir” ifadesi göz önüne koymaktadır. Bu amaç doğrultusunda Abdurrahman 1883’den itibaren dönemsel olarak 1.200.000 rupilik İngiliz nakdi yardım teslim almaktaydı. Bir iyi niyet göstergesi olarak bu yardımın miktarı 1.800.000 rupiye yükseltildi. Anlaşmanın imzalanarak iki tarafın birbirine “yakınlaşmasını” kutlamak için Abdurrahman tarafından bir cemiyet tertip edildi. Bu cemiyete yalnızca Demir Emir lakaplı hükümdarın kendisine yakın saray eşrafı ile Abdurrahman tarafından bizzat seçilen ve yapılan anlaşmayı eleştirmeye dahi cüret etmeyecek adamlar davet edildi.

Durand Hattı gelecekte önce 1905’te Emir Habibullah Han daha sonra 1919 ve 1921 olmak üzere iki defa da Emir Emanullah Han tarafından tekrar onaylanacaktı.

3. İngiliz-Afgan Savaşının ardından imzalanan Ravalpindi Anlaşmasıyla Afgan devleti dış işlerinde İngilizlerden bağımsızlığını geri alırken aynı zamanda Durand Hattı da yeniden onaylandı. Emanullah Han ilginç bir şekilde Afganlar tarafından milliyetçi bir ikon olarak kabul edilir fakat bu Emir, büyük bir risk alarak kendisi için kelle koltukta savaşan Vezir ve Meşhud aşiretlerinin topraklarını hattın diğer tarafına terk ederek onları İngilizlerin General Nadir Han’ın şiddetle karşı çıktığı “Uç Politikasının” insafına bırakacak şekilde apar topar Ravalpindi Anlaşmasını imzalamayı tercih etmiştir. Nadir her ne kadar Veziristan’ı Afganistan topraklarına dahil etme amacına ulaşamasa da Emanullah’ı daha iyi şartlar elde etmek için yeniden masaya oturmaya zorlamıştır. 1921 yılında güncellenen anlaşmaya ise her iki taraf da “kendi nüfuz alanlarında ikamet eden sınır aşiretlerine yönelik icra edeceği önemli askeri operasyonlardan karşı tarafı haberdar edecektir” maddesi eklendi.

Nadir, 3. İngiliz-Afgan Savaşından beridir iyi ilişkiler içinde olduğu Vezir ve Meşhud aşiretlerinden müteşekkil ordusu ile 1930’da Kabil’i aldı. Geçmişte Emanullah ile Durand Hattı ile alakalı görüş ayrılıklarına rağmen, otoriteyi sağlamakta güçlük çeken ve dört bir yanda patlak veren isyanlarla uğraşmak zorunda kalan Nadir biraz da kendinden beklenmeyecek bir kararla hattı tekrar onayladı.

Hattın Hukuki açıdan tutarsızlığı

Günümüzde Durand Hattı ile alakalı tartışmalar hattın “meşruiyeti” etrafında yaşanmaktadır. Genelde ortaya atılan argüman şudur: Pakistan, İngiliz Raj yönetiminin halefi olması hasebiyle bu yönetimin Afganistan ile yapmış olduğu anlaşmaları da miras olarak almıştır. Sadece tek sefer değil birkaç kez farklı hükümdarlar tarafından onaylanan Durand Hattı da bu anlaşmalardan bir tanesidir. Abdurrahman’ın anlaşmayı cebren kabul etmiş olması onu hukuki açıdan geçersiz kılmaz. Hattın birçok defa onaylanmış olması onun meşruiyetini güçlendirir anlayışı aslında hattın itibarını arttırmaktan ziyade düşürmektedir. İkili ilişkiler Afgan tarafındaki taht değişiklikleri sonrasında kesintiye uğramamış ve geçmiş anlaşmaların diğer cenah tarafından yeniden onaylanmasının ardından devam etmiştir. Hat 1905 yılında iki tarafı savaşın eşiğine getiren bir gerginlik sürecinin ardından Habibullah tarafından tekrar imzalanmıştır. Burada sorulması gereken soru, iddia edildiği gibi zaten değiştirilmesi imkânsız “kalıcı bir gerçeklik” olan hattın altı üstü tasdiklenmesi için taraflar niçin savaşın eşiğine gelmiştir? Afgan-İngiliz ilişkileri tahtın sahibi her değiştiğinde Kabil’in hattı tekrar tanımasına bağlıysa ve İngilizler bunu elde etmek için yeniden savaşa girmeyi dahi göze alıyorsa bu hattın sanıldığı gibi “kalıcı bir gerçeklik” olmaktan uzak olduğu anlamına gelir. Durand Hattı teknik olarak iki devlet arasında imzalanan bir barış anlaşması olmayıp, bir devletin hükümdarı ile diğer devletin temsilcileri arasında imza edilen normal bir anlaşma olduğu için tahtın el değiştirmesi durumunda yeniden teyit edilmesi gerekmekteydi. Bu ayrıntı, Durand Hattı anlaşmasının geçerliliğinin bugün iddia edildiği gibi 100 yıldan da kısa bir süre olduğu manasına gelir. Bu nedenle, elinde ortadaki durumu değiştirecek güç olmasa dahi Kabil yönetiminin, Pakistan’ın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından hattı artık tanımama hakkını saklı tutması fikrine karşı argüman sunulması zordur. Tıpkı Abdurrahman’ın yerine Habibullah’ın gelmesi gibi bölgedeki İngiliz sömürge yönetiminin yerine Pakistan’ın gelmesi de gücün yeni bir yönetime geçmesinden ibarettir.

Burada “hukukun” da ne dediğinin aslında pek önemi yoktur zira Durand Hattına meşruiyet veren kanunlara göre hattın yaratıldığı çerçevenin dahi lüzumsuz olduğunu ifade edilmektedir. Sunulacak argümanın sağlığı açısından bir süreliğine söz konusu anlaşmanın mutlak bir şekilde hukuken bağlayıcı olduğunu farz edelim. Bu durumda, 1921’de imza edilen versiyonun ikinci maddesine göre Afganistan ve Pakistan’ın “halef devletler” olarak birbirlerini aşiret kemerinde icra edecekleri askeri harekatlardan haberdar etme zorunluluğu bulunurdu ki yakın geçmişin en kapsamlı operasyonlarından birisi olan Zarb-e-Azb'ın da bu kategoride olması gerekirdi. Bunun nedeni, 1921’de imzalanan metnin altında İngiliz kontrolü altındaki aşiret topraklarının kendi “nüfuz alanı” olduğu anlayışıdır (varsayımıdır). Fakat bu anlayış sakattır zira Pakistan bugün kontrolü altında tuttuğu aşiret kemerindeki toprakları bir “nüfuz alanı” değil kendi egemenliği altındaki bir bölge olarak görmektedir. Eğer İslamabad “bağımsız” olmuş olsaydı ki bu konsept 1921 Anlaşmasında yoktur, Pakistan topraklarında yaşayan Pakistan vatandaşlarına yönelik Pakistan ordusunun icra edeceği bir operasyonu Kabil’deki yönetime haber vermenin hiç lüzumu olmaması gerekirdi.

Bu nedenle, meşruiyet üzerine odaklanarak gerek geçmiş gerekse bugünkü gerçeklerin kapsayıcı bir şekilde açıklanması mümkün değildir. Tam gerçekçi gözlerle bakıldığında hukukun gücü elinde tutanlara işlemediği bir güç aracı olduğu görülür. İngilizlerin Kurram, Pışin, Çaman, Hayber ve Miçhni’yi zapt etmesi de teknik olarak “hukuki” değildi. Ancak önce hukuka aykırı da olsa yapmayı istediklerini yapıp daha sonra Gandamak Anlaşması ile bunu “hukuki” hale getirdiler. Kısacası askeri gücün “hukuka aykırı bir şekilde” barbarca kullanılmasının ardından zuhur eden bir vaziyet, bir anlaşma yapılmasının ardından “hukuki” statüsü kazandı. Devletler doğru olanı veya meşru olanı değil güçlerinin yettiğini yaparlar.

Eskiden Afganlara ait toprakların şu anda Pakistan sınırları içinde olmasının sebebi Pakistan’ın hukuka “dayanarak” bunu yapıyor olması değil Pakistan’ın bu yapabilecek güce sahip olmasıdır. Asıl meselenin söz konusu bölgede ikamet eden insanların hallerinden memnun olup olmaması olduğunu iddia eden argümanların da hiçbir manası yoktur. Niçin mi? Tarih boyunca bir bölgede yaşayan insanların kendi kaderini tayin etme hakkı her zaman orada egemen olduğunu iddia eden devletin safi askeri güç kapasitesinin gölgesinde yok olmuştur. Bugünkü hatalı uluslararası nizamın bir gerçekliği olan bu durumu Güneydoğu Asya coğrafyası çok iyi bilir. Mesela, eğer devletlerin sınırları insanların kime bağlı olmak istediklerine göre belirlenseydi bugünkü adıyla Hayber Pahtunhva’nın bazı bölgeleri asla İngilizlerin eline geçmezdi. Afgan aşiretlerinin İngilizlere kahramanca karşı durmasına, bölge insanının içindeki bağımsızlık sevdasına rağmen bölgenin geleceğine dair alınacak karar aşiretlerin ne istediğine göre verilmedi. Önemli olan, oradaki aşiretlerin İngilizleri topraklarından çıkaracak güce sahip olmaması ancak İngilizlerin bu toprakları zapt etmek için gerekli tüm araçlara sahip olmasıydı. Benzer şekilde Hindistan da “Kontrol Hattı” içinde olmamasına rağmen Keşmir’i işgal etti zira bunu yapabilecek güce sahipti. Hindistan nasıl bu bölgeyi işgal edecek askeri kapasiteye sahipse karşı taraf olan Pakistan da bu toprakları azat edecek kapasiteden yoksundur. Hindistan’ın işgali sadece Keşmir halkının kendi kaderini tayin etme hakkı ile Pakistan’ın haklarını değil aynı zamanda artık yeterli güce sahip olduğunda kimsenin takmadığı gayet açık olan uluslararası hukuku da çiğnemektedir. Aynı mantık Afganistan için de uygulanabilir. Mesela Abdurrahman Hazaracat ve Nuristan’ı, hukuk elverdiği veya yerel halk kendi kaderini tayin etme hakkını kullanmak istediği için değil bunu yapmaya gücü yettiği için ilhak etmiştir. Kuvvet, belki ezelden beridir noksan olan bu dünyada acımasız olabilir ancak bir o kadar da çoğu zaman haklıdır.

Gerçekçi bir bakış açısı

Hindistan Sömürge Valisi Lord Canning, 1857 yılında tarihe şu notu düşmüştür:

“Ben şahsen Afgan milletinin toparlanmasının Britanya Hindistanı yönetimine bir tehlike veya tehdit oluşturacağı kanaatinde değilim... Afganlar birlik olsalar dahi İngilizlerin kuvvetine yaklaşamazlar... Onların saldıran taraf olarak kullanabilecekleri güçleri, Peşaver Ovası ve Trans-Indus Vadisini (Hayber Pahtunhva) kaybettikleri günden beridir bizi alarma geçirecek kadar kayda değer bir seviyede olmaktan çıkmıştır.”

Durand Hattı, Afganistan’ın güvenliği ve kuvvetini elinden alıp Britanya Hindistanı yönetiminin güvenliği ve kuvvetini tavan yaptıracak şekilde tasarlanmıştır. Durand Anlaşmasının imzalanmasından 40 sene önce Canning’in yaptığı bu açıklama, Peşaver ve etrafındaki diğer bölgelerin elden çıkması ile Afganların kuvvetinin ne denli büyük bir yara aldığının altını çizmektedir. Yıllar geçtikçe toprak kayıpları da devam etmiştir. Bir yandan herhangi bir suya kıyıları olmaması diğer yandan da malum hat tarafından kısıtlanıyor olmaları nedeniyle Afgan hükümdarlar gayet doğal olarak hat aleyhine planlar yapmıştır. Durand Anlaşması imzalanmış olmasına rağmen Abdurrahman kendine biat eden adayın Çital’i ele geçirmesi için 1895 yılında yardımlar etmiştir. Pakistan ise, hattın sınır kontrolü hususunda pek de sıkı olmayan vaziyetini fırsat bilerek kendi çıkarlarına dost davranan Afgan gruplara on yıllarca destek sağlamıştır. Pakistan ilaveten, Afganistan tarafının kayıtsız egemenlik meselesindeki resmi tavrına rağmen hattı Hamid Karzai ile gerçekleştirdikleri görüşmelerde bir koz olarak kullanmaktan da çekinmemiştir. Hat aynı zamanda iç politikaların belirlenmesinde de gözetilen bir faktördür. Serdar Davut Han’ın önce başbakan daha sonra da devlet başkanlığına giden siyasi yükselişi Durand Hattı meselesini amcalarına karşı bir silah olarak kullanmasıyla mümkün olmuştur. Pakistan bugün anti-terör faaliyetlerini öne sürerek hattın bir duvarla sağlamlaştırılması çalışmalarına tam hız devam etmektedir. Tabi bu çalışmaların asıl sebebinin, neye göre çizildiği belli olmayan ve sürekli bir gerilim kaynağı olarak orada duran sömürgeci bir yapay sınır hakkında Pakistan devletinin ne fikirde olduğunun tüm dünyaya açıkça teşhir edilmesi isteği olduğu açıktır. Diğerini zayıflatıp kendi elini güçlendirmek isteyen her iki devlet te devam eden bu güç savaşında hattı kendi emelleri doğrultusunda kullanmaktadır.

Bu nedenle, Dıurand Hattı etrafında yaşanan tartışmaların hukuki usulsüzlüklerin nasıl algılandığı ile alakalı olmadığı ve bu sorunun hukuk jargonu kullanılarak nihayete erdirilemeyeceği gayet açıktır. Meselenin tümüyle Afgan yayılmacı milliyetçiliği (irredantizm) ile alakalı olduğunu söylemek de doğru olmaz. Etnik Afgan halklarının ortak bir milli bilince sahip olduğu ve bu bağın Durand Hattı ile paramparça edildiği iddiasının tarih tarafından aksinin ispat edilmiş olması aşiret mensupları ile Kabil’de ikamet eden Emirler arasındaki ortak Afgan kimliğinin pek de bir öneminin olmadığını göstermektedir zira söz konusu aşiretler bazen mali nedenlerle bazen de kendi bağımsızlıklarını koruma içgüdüsü ile sık sık Kabil’e ters hareket etmiş ve buna karşılık Kabil yönetimi de yüzyıllar boyunca tekrar ve tekrar bölgede kendi nüfuz alanını genişletmeye çalışmıştır.

Afgan irredantizmi argümanı, eski Afgan Başbakan Muhammed Haşim Han tarafından 1947’de sarf ettiği, bağımsız bir Peştunistan devletinin kurulmaması halinde “aşiretler bölgesi, denize bağlanması kendisi için hayati önem arz eden Afganistan’a dahil olmalıdır” sözleri ile bir kez daha çürütülebilir zira Afganistan’ın denize bağlanması ancak geniş Beluç topraklarını kendi hakimiyetine alması ile mümkün olacağından “ırka dayalı” yayılmacılık söylemine tanımı gereği ters düşülmüş olur.  Böyle bir şeyin gerçeğe dönüşmesi, diğer birçok meselenin yanında Kalat Hanının 1876 yılına kadar sembolik olarak Kabil’deki Emire biatlı olarak kalmış olması bahanesi ile mümkündür. Fakat bu bahane kullanılırken, Kalat Hanının bağımsız bir şekilde İngilizlerle kendi anlaşmalarını imzaladığı, onların egemenliğini kabul ederek Kuetta’nın İngilizlerin eline geçmesine neden olduğu da mutlak surette yok sayılması lazım gelir. Kalat Hanının bu ihaneti, İngiliz bir yetkilinin sözleriyle “kendisini oradan yönettiğimiz için Kuetta’dan nefret eden” Şir Ali’yi ziyadesiyle öfkelendirmişti.

Önümüzdeki yol

Durand Hattının kendisi, bir silah olarak kullanılması, etrafında dönen tartışmalar ve diğer bütün meseleler temelinde güç ile alakalı olup bunların hepsi artık herhangi bir ehemmiyeti kalmamış bir paradigmadan doğmaktadır.

Yakın tarihte hem Kabil hem de İslamabad yönetimleri batı kaynaklı bir konsept olan “Teröre Karşı Savaş” çerçevesinde birbirlerinin belirli bir kalıba sokulmasına yardım etmiştir. Bu konsept Kabil’deki yönetimi doğurup bugüne kadar yaşatırken aynı zamanda gerek cömert askeri/mali yardımlar gerekse baskı uygulanarak Pakistan Ordusunu da aktif bir ortak olarak kendine dahil etmiştir. Her iki tarafın da diğerine üstünlük sağladığı her mesele kendisine zarar olarak dönmüş, karşılıklı hamaseti tırmandırmış ve aşiretler bölgesine daha fazla yıkım getirmiştir.

Eğer mesele güç ise, hattın bizatihi kendisi ile resmi olarak tanınmasının ne denli meşru olduğu veya olmadığı hususlarını kafaya takmış olan mevzubahis paradigmanın tüm taraflarca terk edilmesi için bu ekstra bir nedendir. Halihazırda tutulmuş olan ve hattın kendisi ile etrafında cereyan eden tartışmaların temelini oluşturduğu bu yol çıkmaz bir sokaktır. Sembolik olarak hattın meşruiyetini reddetmeye devam eden Kabil yönetimi sahadaki gerçekleri değiştirecek kudrete sahip değilken Pakistan ise Afganistan’da Taliban Emirliği’nin iktidara geldiği yani kendilerinin karşı taraftaki nüfuzunun tavan yaptığı dönemde dahi hattın resmi olarak tanınmasını sağlayamamıştır. Pakistan’ın Afganlar üstünde o dönemde olduğu kadar nüfuz sahibi olması artık pek olası değildir. Bu bakış açısı her iki tarafa da “yapmaya gücü yeteceği şeylere” yani hattı kendi çıkarları için kullanmaya müsait bir sömürgeci sınır değil daha yakın ilişkiler tesis edilmesinin önündeki bir engel olarak algılamaya odaklanması gerektiğini fark etmesi için bir fırsat sunmaktadır.

Hat ile alakalı yaşanan tartışmalar mağdur edebiyatıyla doldurulmuş sözde bir tarih üzerinden yapılmaktadır. Bu tartışmaların öne çıkanları toprakların para karşılığı satıldığı ve hattın aslında belirli bir tarihe kadar geçerli olmak üzere kabul edildiğidir. Devletler arası münasebetlerin gerçekçi bir bakış açısıyla devam etmesi yerine her iki tarafın da gevşek uluslararası hukuk söylemlerine bel bağlaması meselenin içine girmiş olduğu tıkanıklık halini kronikleştirmekte ve bütüncül bir bakış açısına manevra alanı bırakmamaktadır. Bu vaziyette atılacak en zeki adım, her iki tarafın da ne kahraman ne de kötü adam olarak tanımlanmadığı bir ortamda Afganistan ve Pakistan’ın iki ayrı “taraf” ortaya çıkarılması için çalışmaktır zira hattın hayata geçtiği sürecin belirli dönemlerinde her iki taraftan da bunu destekleyenler olurken aynı zamanda her iki taraftan hatta muhalefet edenler de olmuştur.

Mesele üzerine yeni bir çalışma çerçevesi oluşturulması imkânsız değildir. 1921 Anlaşması dahi en azından dolaylı yoldan da olsa aşiretler bölgesinin her iki tarafın nüfuzu altındaki topraklarının istikrara sahip olmasının hem Afganistan hem de Pakistan’ın çıkarına olduğunu ifade etmektedir fakat “egemenlik” söylemlerinin havada uçuştuğu bir ortamda anlaşma metninde böyle ifadeler olması teorik açıdan pek bir anlam ifade etmemektedir. Aslına bakıldığında bölgedeki egemenliğin tek bir havuzda toplanması hususu 1930 ve 1940’lı yıllarda da gündeme gelmişti. Pakistan’ın eski Kabil büyükelçisi Muhammed Aslam Hattak, bölgede iki tarafın birleştirilmesi suretiyle bir konfederasyon hayata geçirilmesi için yapılan girişimlerini kayıt altına alırken görüşmeler sırasında hangi taraftan olursa olsun mevzubahis girişimlere karşı olan yetkililerin dahi asla karşı tarafa bitmez tükenmez bir düşmanlıkla bakmadığını ifade etmiştir. Afganların 30’lu yıllarda Kuzeybatı Uç Bölgesi ile tekrar ilgilenmeye başlamasını tetikleyen dürtü İngilizlerin kıtadan çekilmesinin ardından çoğunluğu Hindu olan bir Hindistan ile sınır komşusu olmak zorunda kalacakları paranoyasıydı ki bugün bu korkuların gayet haklı olduğu kanıtlanmıştır. Hindistan ve Pakistan’ın art arda bağımsızlıklarını ilan etmesinin sıcaklığının hala devam ettiği 1947 yılındaki Afgan Bağımsızlık Günü kutlamalarında konuşan Zahir Şah şunları söylemişti: “Hindistan’ın halihazırdaki vaziyetine bakınca aynı dine mensup olduğumuz insanlar hakkında endişeye düşmekteyiz. Ben hem Hindistan hem de Pakistan’a bağımsızlıklarını elde etmeleri hasebiyle tebriklerimi gönderdim. Bizim kardeşlerimiz Pakistanlılardır ve biz onlara hem kanımız hem de kılıcımız ile yardım edeceğiz.”

Muhammedzay Hanedanlığı her ne kadar tarihe gömülü bir anı olarak geçmişte kalmış olsa da hattın her iki tarafının paylaştığı ortak tarih bugün ayyuka çıkan tamiri imkânsız ve ebedi bir düşmanlık söylemleri ile ters düşmektedir. Tarih boyunca birbiri ile sorunlar yaşayan komşular, tartışma konusu sınırlar hakkındaki farklılıklarını yapıcı çalışma çerçeveleri inşa edip iş birliğini teşvik ederek aşmışlardır. Mesela, Fransa ile Almanya arasında Afganistan ile Pakistan arasındaki kadar ortak nokta yoktur. Bu nedenle, ezici çoğunlukla Sünni İslam'a tabi, müşterek aşiretler, etnik kimlikler, dil, kültür ve tarih ile birbirine bağlanmış iki devletin 70 senedir bir mesele yüzünden kafa kafaya gelmesi için çok fazla bir neden bulunmamaktadır.


Ahmed Waleed Kakar tarafından kaleme alınan ve Afghan Eye'da yayınlanan bu makale Mepa News okurları için tercüme edildi.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.