Arap rejimleri, Netenyahu’nun stratejisini neden destekliyor?

Lamis Andoni

İsrailli Başbakan Binyamin Netenyahu’nun ülkesinin stratejisini herhangi bir Arap devleti ile paylaşıp üzerinde birlikte tartışmak gibi bir niyeti yok ama “normalleşme” sürecine gerek balıklama atlayan gerekse sessiz kalarak harekete geçmeyen çok sayıda ‘Arap Netenyahu’nun bölge için öngördüğü vizyonuna katkıda bulunmakta ve bu vizyon her gün yeni bir hedefine ulaşmaktadır.

Mesela, İsrail geçtiğimiz günlerde BAE ve Ürdün ile yeni anlaşmalar imzaladı. İlk anlaşma kültürel iş birliğinin başlatılması, ikinci anlaşma BAE’den İsrail’e petrol ihracı, üçüncü anlaşma da Suudi Arabistan’dan sonra Ürdün’ün de İsrail uçaklarına hava sahasını açması ve böylece işgal devleti ile Körfez arasındaki mesafenin azaltılması üzerine yapıldı. Bu anlaşmalar yalnızca normalleşmeye katkıda bulunmakla kalmayıp aynı zamanda Netenyahu’nun Filistinlileri saf dışı bırakıp direkt olarak bölgedeki Arap devletleri ve diğer yabancı devletleri muhatap alarak İsrail’in Filistinlilerin yalnız kaldığı toprakları da kontrol altına aldıktan sonra “gerçek” bir Ortadoğu devleti olarak kayıtlara geçmesi amacı güden stratejisinin de yol kat etmesini sağlamaktadır.

Sahte “barış” anlaşmalarının ardından gelen normalleşme süreci tümüyle Siyonist projenin hedeflerine hizmet etmektedir. Bu yüzden de BAE, Bahreyn ve İsrail arasındaki bu anlaşmaların açıktan destek görmesine dahi gerek yoktur zira işgal devleti ile kurulan ve devam ettirilen her türlü bağ, sadece sözde İbrahim Anlaşmaları (Abraham Accords) maddelerinin hayata geçirilmesine yardım etmekle kalmayıp aynı zamanda bu maddelerin peşinen kabul edildiğini de ima etmektedir.

Ürdün’ün bir yandan Filistin davasının eriyip gitmesine ve işgal altındaki Kudüs ve Batı Şeria’nın Siyonistler tarafından ilhak edilmesine karşı durup diğer yandan İsrail’in bölgede oturmasını hızlandıran bir anlaşma imzalaması çok saçmadır. Bu anlaşmanın imzalanması demek biraz önce bahsi geçen duruşun artık devam etmemesi demektir.  Amman ile Tel Aviv arasında imzalanan tüm mali normalleşme anlaşmaları Ürdün’ü, Arap dünyasının geri kalanı ile normalleşme süreci arasında bir köprü haline getirmiştir. Bu vaziyet Ürdün’ün ulusal güvenliğini risk altına almakta ve ülkenin egemenliğini zedelemektedir.

Ürdün üstlendiği bu köprü vazifesi hasebiyle kendi güvenliğini ve egemenliğini tehdit eden İsrail kaynaklı planlardan şüphe duyma veya gerektiğinde “hayır” deme kabiliyetini kaybedecektir.

Netenyahu’nun stratejisi, Filistinlilerin yalnız kalmasını sağlamak ve Arap devletlerini İsrail ile ayrı ayrı ilişkiler kurmaya zorlamak üzerine kuruludur.

Bu durumda bölgenin siyasi haritası büyük değişikliklere uğrayacak, İsrail bölgenin “yerlisi” Filistinliler de yabancısı sayılacak ve böylelikle istenmeyen taraf olan ve insanları muhasara altında kalan Filistin’in teslim olmaktan başka çaresi kalmayacaktır.

Bu strateji tümüyle yeni sayılmaz zira Washington merkezli görüşmelerde Filistin meselesinin Arap kimliği ile olan bağının kopartılıp Filistinlilerin boyunduruk altına alınması sürecinde bu kopukluğun bir basamak olarak kullanılması ve dolayısıyla da “birlikte yaşama ve barış” sloganı altında Siyonist projenin tamamlanması uzun süredir tartışılan bir yol haritasıdır.

Ardı ardına gelen ABD hükümetleri Filistin meselesini genellikle yok saydı (aslında Filistinlilerinin bizatihi varlığını yok saydılar). Bazı Arap rejimleri de buradaki durumu Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kuruluna kadar “zapt” altında tuttu yani değişmesine izin vermedi. Özellikle 1969’dan sonra Amerikalılar birden “Filistinli” kelimesini kullanmaya başladı ama tabi baştaki “terörist” sıfatı da ilk günden beri oradaydı. Bu FKÖ’nün saf dışı bırakılması için uygulanan bir taktikti.

Aynı taktik paralelinde İsrail’in Lübnan işgali ve 82’deki Beyrut Kuşatması da desteklendi. Filistin merkezli direnişi İsrail ile düşman olan ülkelerden uzaklaştırmak istediler. Ronald Reagan tarafından başlatılan ve Filistin halkının kendi kendilerini yönetme hakkının dahi çok görüldüğü inisiyatifi de burada zikretmek gerekir. Bu inisiyatif çerçevesinde Filistinlilerinin kendilerini temsil etmesine izin verilmemiş, Filistinlilerin, Ürdün liderliği altında bir Filistin-Ürdün ortak temsilci heyeti içinde Ürdün üzerinden temsil edilmesi talep edilmiş ancak bu girişim Filistin tarafından reddedilmişti.

Birinci intifadanın getirdiği baskı nedeniyle FKÖ ile diyalog kurulması dahi ABD’nin pozisyonunu çok fazla değiştirmedi. 93 Oslo Anlaşması ve FKÖ ile iletişime geçilmesi gibi adımlar sonuç getirmeyince ABD çatışmaların durmasının tek yolunun Filistin meselesinin sona ermesi olduğunu anladı ancak yine de Filistin halkının tarihi ve milli haklarını tanımayı reddetti.

Böylelikle, Filistinliler aleyhine çalışıyor olsa dahi hiçbir Arap devletinin Filistin meselesinin merkezi karakterini aşabilecek argümana sahip olamayacağı ilan edilmiş yani Filistin dış dünyadan soyutlanmış oluyordu.  Ancak, ABD-İsrail ortak stratejisi, bir yandan Siyonist işgal ve Filistin topraklarının kolonileştirilmesi süreçleri devam ederken diğer yandan Filistin halkının bir şekilde “barış süreci” şemsiyesi altında boyunduruk altına alınması üzerine kuruluydu. İsrail, Oslo süreci sayesinde karşı karşıya olduğu küresel dışlanma tavrını delerek hem daha önce kendisini resmi olarak tanımayan devletler ile ilişkiler kurdu hem de 67’deki savaş sürecinde kestiği ilişkileri yeniden tesis etti.

İsrail’in bölgeyle hangi metot ile bütünleştirilmesi gerektiğine üzerine tartışmalar hep devam etti. Son olarak, İsrail ile Arap devletleri arasında kalıcı bağlar oluşturacak nitelikte nihai bir Filistin-İsrail anlaşması ile Arap devletleri ile zaman içinde kademe kademe normalleşme sürecine girilerek Filistinlilerin yalnız bırakılması ve sonra da mağlup edilmesi son iki yöntem olarak finale kaldı. Washington’daki en şahin İsrail destekçileri dahi Filistin ile barış tesis edilmesi veya en azından iki devletli çözüm ihtimalinin canlı tutularak aslında egemenliği kendi elinde olmayan bir Filistin devleti kurulmasının, Arap devletlerinin ve halklarının İsrail’i bölgenin bir parçası olarak görmeleri için gerekli olduğunu savunmaktadır.

ABD, direkt olarak Arap devletlerine dolaylı olarak da Filistinlilere İsraillilerin şartlarını kabul etmeleri için baskı uyguladı ancak bölgedeki savaşın sonlanması ve İsrail’in taleplerinin meşru bir şekilde kabul görmesi için bizzat Filistinlilerin bir anlaşmaya imza atması gerektiğinde karar kılındı. İsrail-Filistin ve İsrail-Arap pazarlıkları için ayrı platformlar oluşturulmalıydı ki Filistinlilerin sesi kesilebilsin ve dolayısıyla hakları kolaylıkla yenilebilsin. İsrail ile Filistinliler arasındaki barış sürecine, İsrail ile Mısır ve Ürdün arasındaki barış anlaşmalarının halk tarafından pek de kabul görmediği, bu halkların çoğunun İsrail’i düşman olarak tanımladıkları gerçeği nedeniyle İsrail tarafından daha da fazla önem atfedildi.

Bu nedenle, ABD’nin sağ cenahı, Körfez bölgesi ve bölgedeki mali güç üzerine odaklanarak bu nokta üzerinden Ürdün ve Filistinliler üzerinde baskı oluşturup İsrail’in taleplerinin kabul edilmesi daha sonra da üstü kapalı ilişkilerden açık ilişkiler dönemine geçerek normalleşme sürecini tamamlama yolunu seçti. İşte tam burada, BAE-İsrail anlaşmasının, özellikle de bu anlaşmanın akabinde gelen diğer müstakil anlaşmaların, BAE medyasının Filistinlilere karşı olumsuz bir tavır takınmasının ve hatta İsrail’in söylemlerini desteklemesinin son derece hızlı bir şekilde vuku bulduğunu göz önüne aldığımızda, ne derece tehlikeli olduğu görülmektedir. Anlaşma neticesinde bölgedeki denklem alt üst oldu ve

Filistinlileri adeta yok sayarak ve bir zamanlar Filistinlileri sonuna kadar destekleyen Mısır, Ürdün, Yunanistan ve Kıbrıs gibi ülkeler ile İsrail’i “müttefik” haline getiren Orta Doğu’daki doğalgaz forumunun kurulması benzeri diğer başarıları ön plana çıkararak Netenyahu’nun stratejisi daha da güç kazandı.

Artık resmileşen Arap sessizliği ve itaati sayesinde Netenyahu başarıya ulaştı. Henüz BAE kadar alçalmadıkları için hala Filistin davasını desteklediğini düşünen devletler dahil normalleşme sürecine bir şekilde adım atan herkesin bunda payı vardır. Ancak hepsinin unuttuğu bir şey var ki o da son sözü Filistinlilerin söyleyeceği ve halka halka yayılan bu teslim olma sürecinin herkese çok pahalıya patlama ihtimalinin olduğudur.

Middle East Monitor'de yayımlanan içerik, Mepa News okurları için Türkçeleştirilmiştir.