Hristiyan milliyetçiliği Trump'ın en güçlü silahlarından biri

Katherine Stewart

Amerikan iç savaşından bu yana anayasal sistemi yıkmaya yönelik en ciddi girişim, Amerika’nın Hristiyan milliyetçi hareketinin nüfuzu olmasaydı bu derece bir tehdit oluşturamazdı. Kongre baskınından bir yıl sonra gelinen noktada bu hareketin yaşananlardan kendine şu dersi çıkardığı anlaşılmaktadır; eğer bir dahaki sefere daha fazla çabalarsak, Amerikan demokrasisini tarihe gömme vaadinde başarılı olabiliriz.

Gözlemcilerin de belirttiği üzere, 6 Ocak olaylarının her yanı Hristiyan milliyetçiliği sembolleri ile kaplıydı. Fakat, 2020 seçimlerinin iptal edilmesini sağlayarak seçilmeyi başaramamış bir başkanı göreve getirme çabalarına bu hareketin yaptığı katkı, hareket mensubu birkaç kişinin o başarısız darbe girişiminin yaşandığı günkü faaliyetlerinden çok daha derindir.

Donald Trump’ın, halkın iradesine rağmen başkanlığı elinde tutma girişiminin en hayati ön şartlarından birisi, Bay Trump’ın seçimden çok önce daha henüz ilk başkanlık münazaraları gerçekleştirilirken hazırlamaya başladığı ‘seçimlerin şaibeli olduğu’ argümanına inanmaya hazır hatırı sayılır sayıdaki seçmenin adeta bir tohum gibi işlenmesiydi.

Seçimlerin şaibeli olduğu iddiasının yatağını hazırlayan sosyal ve sağ cenah medyanın bu süreçte oynadığı rol artık herkesin malumudur. Bazılarının dikkatinden kaçan nokta ise inanç temelli mesaj platformlarının oynadığı roldür. Vaizler, cemaatler ve dini medya, bu ülkedeki birçok seçmenin en çok güvendiği bilgi kaynakları arasında yer almaktadır. Hristiyan milliyetçisi liderler bu gerçeği kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak için büyük yatırımlar yaparak ulusal ölçekli kurumlar ve teşebbüsler inşa etti. Kurdukları bu kanallar vasıtasıyla insanlara sürekli bir biçimde, kendilerinden olmayan bilgi kaynaklarının kesinlikle güvenilmez olduğu mesajını vermeyi amaçladılar. Sayın Trump’ın başkanlık koltuğunda hak iddia etmesinin ilk ayağı, tüm tenkitlere karşı bağışıklığı olan bir bilgi balonu yaratılmasıydı.

Darbe girişimini en azından olası yapan bir başka faktör de söz konusu hareket liderlerinin hedefindeki seçmen kitlesini asla aksine inanmalarına imkân vermeden zulme uğradıklarına ikna etmeleriydi. Günümüz Hristiyan milliyetçiliğinin ilk gündemi ülkedeki muhafazakâr Hristiyanların Amerikan toplumunda en fazla zulme uğrayan grup olduğu iddiasıdır. Hareketin liderleri düzenli bir şekilde, ‘tiranlığa karşı bir savaş verdiklerinden’ ve İncil’in yakında yasaklanacağından bahseder.

Darbe girişiminin son ön şartı ise hedef kitlenin, ABD hükümetinin meşruiyetini demokratik kimliğinden değil de belirli bir dini ve kültürel mirasa yönelik kendini adamasından aldığına inandırılmasıydı. 6 Ocak günü anayasal seçim sürecine yönelik saldırıyı gerçekleştiren kesimin liderlerinin kendilerini ‘vatansever’ olarak lanse etmeleri şaşılacak bir iştir. Yine de meseleye, bu insanların, idare hususunda “halkın, halk tarafından, halk için” düsturuna değil kan, toprak ve dine iman anlayışına sadık olduklarını bilerek bakıldığında grubun bakış açısının kendi içinde az da olsa mantıklı olduğu görülmektedir.

Sayın Trump defalarca yanlış olduğu kanıtlanan iddialarını oyun tahtasına sürdüğü anda hareketin darbe girişimine zemin hazırlanması sürecinde oynadığı rol nedeniyle hareketin liderleri bir yol ayrımı ile karşı karşıya geldi ve bu yol ayrımı 6 Ocak günü bir karakter testine dönüştü. Amerika’nın demokratik sistemini yıkmaya yönelik bir girişime dahil olacaklar mıydı?

Bazıları 6 Ocak olayları hakkındaki gerçekleri yeniden yazmaya yeltendi. Eski Cumhuriyetçi Temsilci Michele Bachmann yaptığı açıklamada yaşanan hadiselerin sorumlusunun ‘satın alınmış provokatörler’ olduğunu söyledi. Trump’ı ‘Tanrı’nın kaos adayı’ diyerek öven aktivist ve yazar Lance Wallnau ise yaşananlardan ötürü ‘yerel Antifa çetelerini’ suçladı. Charlie Kirk gibi birçok lider Sayın Trump’ın şaibeli seçim iddialarını destekleyen beyanlarda bulundu. Dinci sağcı kökenlere sahip, Alliance Defending Freedom (Özgürlüğü Savunan İttifak) isimli hukuki yardım grubu başkanı ve CEO’su olan Michael Farris gibileri de seçim sonuçlarının birbirine yakın olduğu eyaletlerde ‘anayasal düzensizlikler’ yaşandığına dair biraz endişeli biraz ‘trol’ bir tavırla her ne kadar dolaylı yoldan da olsa son derece hayati bir destek sağladı.

Bu isimlerden hiçbirisi, Trump’ın, gücün halkın iradesi tarafından seçilen Joe Biden’a barışçıl bir şekilde devredilmesini engellemeye yönelik bir girişim organize etmesini çıkıp kınamadı. Hatta tam tersine, Papaz Franklin Graham, sosyal medyadan paylaştığı bir mesajda, Trump’ın ‘kendi partisinden’ olup da başkanlıktan el çektirilmesi gerektiği yönünde oy kullanan ‘o on kişiyi’ hedef tahtasına alarak, “o Sözcü Pelosi’ye ihanet etmesi için nasıl bir ‘otuz parça gümüş’ teklif ettiler insan merak ediyor” ifadesini kullandı.

Hakkında bir süredir haberler yaptığım Hristiyan milliyetçisi konferanslarda bazı konuşmacıların 6 Ocak olaylarını savunmak ve hatta bayraklaştırmak adına ne kadar çabaladıklarına bizzat şahit oldum. Florida’da geçtiğimiz yılın haziran ayında gerçekleştirilen ‘Road to Majority (Çoğunluğa Giden Yol)’ başlıklı konferansa konuşmacı olarak iştirak eden yazar ve radyo sunucusu Eric Metaxas, “bence bizim bu derece ezilmemizin, 6 Ocak’taki arkadaşların bu derece baskı görmesinin sebebi... var ya, hedefine o kadar yaklaşırsan işte adama öyle saldırırlar” ifadesini kullandı. Aynı konferansta kendisine söz hakkı verilen siyaset yorumcusu Dinesh D’Souza, dinci sağcı strateji şahsiyeti Ralph Reed ile muhabbet ederken “şu anda asıl canlarına okunanlar 6 Ocak protestocuları, iyi çocuklar olsalar bile bizim çocukları savunmuyoruz” dedi. Bu ifadeyi başıyla onaylayan Sayın Reed de “ben şahsen Donald Trump’ın hareketimize çok şeyler öğrettiğini düşünüyorum” ifadesini kullandı.

Hareketin liderleri daha şimdiden bir sonraki seçim sürecini yolundan saptırmak için uygulamaya koyacakları yeni girişimin temellerini atmaya başladı. Seçimlerin çekişmeli geçmesi beklenen eyaletlerde faaliyet gösteren düzinelerce muhafazakâr kiliselerinde eğitime tabi tutulan vaiz grupları, son bir yıldır, dini bir inisiyatif olan Faith Wins (İman Kazanır) isimli organizasyonun hazırladığı sunumlardan faydalanmaktadır. Liderliğini siyaset arenasındaki tecrübeli isimlerden Cumhuriyetçi Chad Connelly’nin yaptığı ve bünyesinde tarihi olaylar hakkında Hristiyan milliyetçisi uydurma hikayeler üretmesiyle tanınan anahtar bir oyuncu ve ünlü konuşmacı David Barton gibi isimleri bulunduran Faith Wins, bir süredir insanları seçimlerden şüphe duymaya yönlendirecek nitelikte içerik üretmekte ve vaizlerden, temasta oldukları cemaat üyelerini ‘İncil’e uygun’ değerlere oy vermeye teşvik etmelerini talep etmektedir.

Faith Wins tarafından geçtiğimiz eylül ayında Chantilly’de düzenlenen organizasyonda konuşan Bay Connelly kendisini dinleyen vaizlere şunları söyledi: “Tanıdığınız vaizlerin hepsinin, ilgilendikleri cemaat mensuplarının %100’ünün oy verdiğinden emin olması lazım. Sadece bu yetmez insanların İncil’e uygun değerlere oy verdiklerinden de emin olmaları lazım.”

Faith Wins bünyesinde çalışan bir evanjelist olan Byron Foxx diyor ki: “Kilise bir seyahat gemisi değildir, kilise bir savaş gemisidir.” Faith Wins’in organizasyonuna katılan bir başka isim de Trump hükümeti döneminde Basın Bakanlığı Yardımcılığı yapmış ve bugünlerde ise eski Trump hükümeti mensuplarının yönettiği Önce Amerika Politikası Enstitüsü’nün (America First Policy Institute) teşebbüslerinden birisi olan Seçimin Dürüstlüğü Merkezi (Center for Election Integrity) isimli kurumun başındaki Hogan Gidley idi. Bay Gidley konuşmasına, başında bulunduğu grubun ‘partiler üstü’ olduğunu söyleyerek başladı ve ardından hemen geçen seçimlerde “bir sürü hain bakan, bir sürü hain vali” olduğunu anlatmaya başladı.

Gidley’nin isim vermeden itham ettiği kişi, eski başkanın kendisine 11,780 oy bulması isteğini geri çevirdiği için Trump destekçilerinin büyük tepkisini çeken Georgia eyalet yetkilisi Cumhuriyetçi Brad Raffensperger’dır. Bay Gidley sözlerine, “Arizona’da neler döndüğünü gördünüz, Wisconsin’de de daha neler olacak göreceksiniz, bunlar önemli meseleler ve biz artık bunları görmezden gelemeyiz, gerçekler gün gibi ışıdı” diyerek devam etti. Arizona’nın en büyük mıntıkasındaki oylar yükselen tepkiler nedeniyle Cumhuriyetçi yetkililerin de iştiraki ile yeniden sayılmış ve Biden’ın Arizona’yı daha önce açıklanandan daha fazla oy alarak kazandığı onaylanmıştı. Fakat, zulme uğradık söylemi siyasi açıdan bakıldığında sırf yalan diye kenara atılamayacak kadar değerli bir araç olduğu için sayın Gidley bu konuyu hala gündemden düşürmemektedir.

Hareketin liderleri, geçmişe dönüp bakınca bir altın çağ olarak gördükleri Trump hükümetinin yeniden başa gelmesi halinde hazırlıklı olmak için de faaliyetlerine devam etmektedir. Bu hususta, birbirleriyle yakından alakalı paralel mevzular üzerinde çalışıyorlar. Bu mevzulardan en önemlilerinden birisi de eğitimdir.

Amerika’daki okulların gençlere, eleştirel ırk teorisini (CRT) empoze ettiği iddialarından doğan panik havasının arkasındaki, darbe girişimine yakıt olan aynı bilgi balonu ve mazlum kompleksinin ritüel halini almış faaliyetleri ile kendini haklı görme dürtüsünü tespit etmek çok da zor değildir. Devlet okullarındaki ifade ve müfredat değişikliklerinde eyaletler bazında çıkarılan ‘CRT karşıtı’ yeni düzenlemeler hakkında söylenecek çok şey var ancak söz konusu bu düzenlemelerin en önemli noktası, dinci sağ cenahın yıllardır devam eden devlet okullarındaki müfredatın güvenilmez olduğu söyleminin genişlemesidir. Dinci sağ cenah liderleri için bu söylem hem hareketin uzun vadeli fon kaynakları hem de demokrasi karşıtı gündemi açısından hayati önem taşımaktadır.

Resmi müfredata muhalefet, Amerika’nın dinci sağ cenahının DNA’sının bir parçasıdır. Bu hareket, bazılarının iddia ettiği gibi sadece kürtaj politikalarına tepki olarak değil 70’li yıllarda Amerikan Vergi Daire’sinin, kilisenin ön ayak olduğu “ayrı ırk akademilerinin” sahip olduğu vergi muafiyetini kaldırma tehdidinin ardından zuhur eden toplumsal itirazlar neticesinde doğmuştur. Jerry Falwell, 1979’da bu konu hakkında “hiçbir devlet okulunun kalmadığı, eğitimin tekrar kiliselere geçtiği ve Hristiyanlar tarafından yönetildiği günleri görmeyi umduğunu” söylemiştir.

Hareket liderleri günümüzde bir yılda eğitime ayrılan federal, eyalet ve yerel yönetimler bütçelerdeki 700 milyar dolara göz dikmiştir. Önümüzdeki dönemde Anayasa Mahkemesi tarafından görülecek olan Carson vs. Makin davası (davacı Carson, davalı Makin’e karşı) Maine’de bazı sorunlar yaratabilir. Bu davanın neticesine bağlı olarak eyalet kaynaklı eğitim burslarının dini okullarda kullanılmasının önündeki yasak kalkabilir. Eğer bu gerçekleşirse bazı sıradan vatandaşlar, dini okulların fanatik müfredatlarını ve ayrımcılık politikalarını sineye çekerek çocuklarını bu eğitim kurumlarına göndermek zorunda kalabilir. Buradaki nihai amaç gerek eyalet bazlı yasal düzenlemeler gerekse Anayasa Mahkemesi kararı ile yukarda bahsedilen ödeneklerin büyük bir kısmına erişim sağlamaktır ki Anayasa Mahkemesi, güncel yasalara göre dini okulların devlet bütçesinden bir pay hak ettiğine karar vermesi hususunda ikna olacak gibi görünmektedir.

Bu devlet okulu karşıtlığı, CRT karşıtı söylemi yöneten hareketin faaliyetlerinin arkasındaki itici güçtür. Ülkenin dört bir yanında, okul yönetim kurullarında patlayan ufak çaplı ‘nefret bombalarının’ hepsi yerel ve organik değildir. Washington merkezli, The Family Research Council (Aile Araştırma Konseyi) isimli Hristiyan sağcı siyaset kurumu geçtiğimiz günlerde, okul yönetim kurullarına nasıl girileceği, CRT’ye karşı nasıl mücadele edileceği ve diğer insanların buna nasıl teşvik edileceği hususlarında dört saatlik online eğitim verilen ‘Okul Yönetimi Kışlası’ isimli bir program düzenledi. Eğitim kurumlarındaki kültür savaşlarının ön cephelerindeki gruplara destek sağlayan kurumların başında, Bradley Vakfı, Amerika için Kültürel Miras Hareketi ve Manhattan Enstitüsü gelmektedir.
Hristiyan milliyetçisi hareketin ideolojik çekirdeğindeki radikal hedefler, on yıl önce de bakan gözler tarafından biliniyordu ama çok fazla insan bunlara bakmaya yeltenmedi, bakanlar da panik yapıyorlar diye bir köşeye itildi. Bundan daha önemli bir nokta ise, o dönemki Cumhuriyetçi Parti liderlerinin çoğunun teokratik açıdan aşırıcı kesim ile arasına mesafe koymasıydı. Bu siyasiler, aralarında hükümet ve eğitimin de yer aldığı modern medeniyetin yedi ‘tepesinin’ sadece hakiki ve İncil’e dayanan erdemlere sahip Hristiyanların elinde olması gerektiğine inanan Yedi Tepe söylemi benzeri konulardan uzak durmuşlardı.

Sadece on yıl içinde neler değişti neler. Önde gelen Cumhuriyetçi liderler ile bağışçıları ve dinci sağ cenahın önemli isimlerini bir araya getiren İman ve Özgürlük Koalisyonu ve Ziklag Grubu gibi ulusal çaplı oluşumlar, gerçekleştirdikleri etkinliklerde açık açık ‘Yedi Tepe’ panelleri düzenler hale geldi. Cumhuriyetçi Parti mensubu milliyetçi liderler ve bu liderleri destekleyen kesim eskiden sadece kendi aralarında toplanıp ettikleri sohbetlerde fısıldayarak konuşabildikleri şeyleri alenen haykırmaktan çekinmiyor. Halkın bu olan biteni ne zaman fark edeceği belli değildir.


Katherine Stewart tarafından kaleme alınan bu yazı Mepa News okurları için Türkçeleştirilmiştir. Yazıda yer alan ifadeler Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.