İslami Çalışma Dersleri 9: Müslümanca bir duruşun esasları

Mahmut Cemil İnce

Dersimizin bu kısmında, Müslümanca bir duruşun nasıl olacağını ve bu duruşun esaslarını izah etmeye çalışacağız.

"Duruş" dediğimiz mefhumun, her Müslüman için, şahsi ve sosyal açıdan net bir tavır, net bir tutum olması gerektiğinden bahsetmiştik. İşte bu Müslümanca duruşun temelini yedi ana kavram üzerine bina etmemiz mümkün. Elbette geçtiğimiz derste de vurguladığımız üzere, bunlar sadece bizim meseleyi izah etmek için kullandığımız kavramlar. Bunlar çoğaltılabilir, azaltılabilir yahut meseleye farklı kavramlarla da yaklaşılabilir.

Bu kavramlar şu şekilde:

  1. İman
  2. İbadet
  3. Fıkıh
  4. Zühd, takva ve ahlak
  5. Karakter terbiyesi
  6. Cihad
  7. Şer'i siyaset

1- İman

Elbette Müslümanca bir duruşun temelinde yatan bir numaralı ve en önemli şey iman meselesi. Allah azze ve celle'ye tam anlamıyla, kâmil anlamıyla iman etmek. Bu imanın gereği olan itikadı esaslarda doğru bir inanışa sahip olmak. Tevhidi anlamak ve yaşama egemen kılmak. Müslümanca bir duruş ancak ve ancak imanın ve tevhidin tam olarak anlaşılması ve tatbik edilmesiyle mümkün olabilir.

İman mefhumu içerisine Allah'a, kitaplara, meleklere, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman hususları giriyor. Ayrıca iman, küfür, şirk, hakimiyet tevhidi gibi temel meseleler de imana dair meseleler.

Keza Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat itikadına dair bazı diğer temel meseleler da iman mefhumu içerisinde yer alıyor. Tevessül ve şefaatin hükmü ve kısımları, vela ve bera, büyük günahlar, tekfir meseleleri, İslam'da aklın yeri, bidat nedir, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in ashabına bakışımız gibi noktalar. Bunların hepsi iman meselesine dahil. Bu, duruşumuzun en temel meselesi.

2- İbadet

İbadet aslında kelime anlamıyla kulluğu ifade ediyor. İbadet tam olarak kulluk demek. Bu noktada "ibadet" denildiğinde biz iki şeyi anlıyoruz: İlk olarak genel anlamıyla Allah'a kulluğun her türlü gereğini yerine getirmek. İkinci olarak ise özel anlamıyla Allah'a kulluğun özel gerekleri olan günlük ibadetleri gerçekleştirmek. Yani namaz, oruç gibi ibadetleri...

Bu minvalde ilk olarak kulluk nedir, kul olmanın kapsamı nedir, hayatın asıl amacı olarak kulluk nasıl anlaşılmalıdır gibi sorular üzerine kafa yorulmalıdır.

İkinci olarak ise namaz, oruç, zekât, hac, umre, kurban, Kur'an tilaveti, zikir, cihad gibi ibadetler, bunların yapılış tarzları ve hikmetleri üzerine düşünülmelidir.

3- Fıkıh

İslam fıkhı, bir Müslümanın duruşunun en esaslı meselelerinden biridir. Zira Müslümanın gerek şahsi gerek ailevi gerekse toplumsal tüm meselelerini düzenler.

Bildiğimiz üzere, İslam gerek şahsi açıdan gerek sosyal açıdan fıkıhla, yani İslam hukuku ile ayakta durur. Bu sadece Müslümanlar için değil, yeryüzündeki tüm insanlar için böyledir. Bir insanın ve bir toplumun, hareketlerini düzenleyen bir hukuk bütünü olmadan ayakta kalması mümkün değildir. Bu hukuk seküler toplumlarda yalnızca toplumsal-cezai alanı düzenlese de İslam'da böyle değildir. Zira İslam fertlerin/toplumun hem dünyasını hem ahiretini tanzim etmektedir. Bu açıdan fıkıh, Müslümanın hem dünyasına hem ahiretine yöneliktir. Bu alandaki ilmihaller Müslümanlara derin bir imkân ve anlayış sunar.

Fıkıh oldukça detaylı bir alan. Ama en azından temel seviyede, bir insanın Müslümanca bir duruşa sahip olabilmesi için temel ilmihal meselelerini biliyor olması gerekiyor. Hayatında ilerledikçe ve farklı meselelerle karşı karşıya kaldıkça da daha detaylı diğer konuları da öğreniyor. Misalen bir Müslüman abdest, namaz, oruç, gündelik meseleler, haramlar ve helaller gibi konularda temel ilmihali bilmelidir. Ticaret, evlilik gibi detaylı konuları da hayat yolculuğu ilerledikçe öğrenecektir.

Elbette ilim öğrenmek ve ilimde derinleşmek Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in önemini birçok defa vurguladığı bir şeydir. Bu sebeple fıkıh alanında ne kadar derinleşirsek o kadar faydasını görürüz.

4- Zühd, takva ve ahlak

Bu konu bir kişinin sağlam bir duruşa sahip olmasındaki en önemli noktalardan biri. Takvanın anlamı Allah korkusu. Yani Allah azze ve celle'nin çizdiği hudutları aşmaktan sakınmak. Haramlardan, harama götürecek yollardan ve şüpheli işlerden Allah korkusuyla uzak durmak. Aslında takva tam olarak "korunmak, sakınmak" gibi anlamlara geliyor. Bunu tıpkı elektrikli tellerle çevrili bir yolda yürümeye benzetebiliriz. Böyle bir yolda yürürken, zarar görmemek için bu tellerden olduğunca uzakta yürürüz. İşte takva da Allah'ın çizdiği sınırları aşmaktan bu şekilde sakınmaktır.

"Zühd" kelimesinin anlamı ise vazgeçmek, kaçınmak, terk etmektir. Bir şeye rağbet etmemek, yani amiyane tabirle ona yüz vermemek, kulak asmamaktır. Zühd aslında tam olarak dünyaya ve içindekilere kulak asmamak, gönül vermemektir. Helal olmakla birlikte, insanı gaflete sürükleyebilecek ve Allah'a kulluğun gereklerini yapmaktan alıkoyabilecek şeylerden uzaklaşmaktır. Mesela yemek yemeyi azaltmak gibi, uyumayı azaltmak gibi. Yemek yemek ve uyumak aslen helal işler olsa da zühd, kulluğun gereklerini daha iyi yapabilmek için bunlara da çok meyletmemektir.

Ömer radıyallahu anh'ın "Adamlar için rahatlık gaflettir." dediği rivayet edilir. Yani rahatlık, Allah erlerini gaflete sürükleyen bir şeydir. Zühd de işte bu şekilde insanı gaflete sürükleyecek şeylerden el etek çekmektir. Varlığın gayesinin Allah'a kulluk olduğunu anlamaya, Allah'ı zikretmeye, Allah'ın nimetlerini, isim ve sıfatlarını tefekkür etmeye, Allah yolunda cihad etmeye, insanın kendini Allah'a adamasına yönelik bir tavırdır.

Ahlak da esasen genel bir kavram. "Ahlaklı olmak" dediğimiz zaman aslında selim akıl sahibi herkes üç aşağı beş yukarı neden bahsedildiğini anlıyor. Elbette burada "ahlak" denilince tamamen fıkhın alanına giren konulardan bahsetmiyoruz. Mesela "içki içmemek" ya da "kumar oynamamak" gibi şeyleri ahlak çerçevesinde değerlendirmemize lüzum yok. Zira bunlar zaten haram kılınan şeyler. Ahlak ise daha farklı bir çerçeveyi ifade ediyor.

Ahlak dediğimizde bir Müslümandan beklenen şekilde hareket etmeyi, bir dava adamı tavrına sahip olmayı kastediyoruz. Bu söylediğimiz gibi bir edep ve usulle ilgili. Gerekmediği halde fazla konuşmamak, Müslümanlara karşı alçak gönüllü olmak, edepli ve sükunetli davranmak, Müslümanları kınamamak, Müslümanlara karşı alttan almak, insanlara karşı kendi nefsini çok fazla düşünmemek, kardeşlerini kendi nefsine tercih etmek. Aslında burada "ahlak" çerçevesinde değerlendirdiğimiz şeylere "sosyal zühd" gibi bir yakıştırma yapabiliriz. Zühd konusunun içerisine sadece Allah ile kulun değil, diğer kulların da girdiği koşullardan bahsediyoruz. Bu açıdan ahlak aslında yer yer zühd çerçevesine de giriyor.

5- Karakter terbiyesi

Müslümanca bir duruşun beşinci unsuru olan karakter terbiyesi hususu, şimdiye kadar saydıklarımız arasında belki de en soyut olan ve hakkında bir şeyler yazılması, söylenmesi en zor olan mefhumlardan biri. Zira güçlü bir karakter, insanın elinde olan bir şeyden ziyade, Allah azze ve celle'nin beşerî şartlar vesilesiyle insana bahşettiği bir şeydir.

Tıpkı "Tih" kıssasında olduğu gibi. Bildiğiniz üzere Allah azze ve celle, İsrailoğullarına mukaddes belde için savaşmalarını ve onlara zafer vereceğini vadediyor. Onlar ise Musa aleyhisselam'a, "sen ve Rabbin gidin savaşın" diyorlar. Allah da bu mukaddes beldeyi onlara 40 sene haram kılıyor ve çölde şaşkın şaşkın dolaşıyorlar. Fakat bu çöl, onların daha karakterli ve düzgün bir topluluk olarak kendilerini yetiştirmelerine vesile oluyor.

İşte Firavun'un zulmü altında ezilmeye alışan bu topluluğun ahlakları, karakterleri bu şekilde kalmış. Bozulmuşlar. Bugün de birçok beldede bunu görüyoruz. Diktatörlerin, çağdaş firavunların kendilerini ezmesine alışan insanların güçlü bir karakteri olamıyor ve Müslümanca duruşları zedeleniyor. Ancak görüyoruz ki çöldeki 40 yıllık sürede İsrailoğullarından yeni bir nesil doğuyor. Çöldeki şartlara alışan, daha izzetli, daha güçlü, daha mert. Ve işte bu neslin önü açılıyor.

Elbette şartların getirdiği bu durum dışında insanın kendi karakterini terbiye etmesi de mümkün. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in birçok hadisi bu tarz bir terbiyeye yönelik. Keza Selef-i Sâlihîn'den ve diğer imamlarımızdan bu konuda sadır olan birçok kıymetli söz mevcut.

Bu eksende, bir Müslümanın mert, güvenilir, sözü dinlenir, yalandan uzak, net, inandığını gibi yaşayan ve söylediğini yapan olan bir kişi haline gelmesi şart. Teoride "mangalda kül bırakmayan" birçok kişiye şahit oluyoruz ancak bu kişilerin sahip olduğu karakter noksanlıkları, onları teorisini dile getirdikleri bu şeylerin pratiğini yapabilmekten alıkoyuyor. Örneğin bir kişi "nefisle mücadeleden" bahsediyor ama hayatının hiçbir alanında isteyip de yapmaktan vazgeçtiği bir şey yok. Veya sürekli olarak dilinde "cihad" var ama cihad ehline ve onlara destek olmaya çalışanları karalamaktan, onlara saldırmaktan geri durmuyor. Mazlumlara yardım diyor ama ulu orta her şeyi konuşarak mazlumları zulme açık hale getiriyor. Bunlar genelde karakter zafiyetlerinden kaynaklı problemler. Maalesef çevremiz İslami gözüken ama açıkçası karakteri bozuk olduğu için çevresine zarar vermekten başka bir işe yaramayan insanlarla dolu.

Bu yüzden bu karakter terbiyesini insanın ilk olarak kendisinin, daha sonra ise aktif olarak cemaatinin sağlaması gerekir. Kişilerdeki karakter problemleri yolun başında tespit edilip ıslah edilmelidir. Aksi halde bu bozukluk cemiyetin tümüne sirayet eder. Bu ıslah yaparken de sadece İslami kaynaklarla sınırlı kalmaktan ziyade bu ıslahatın yaşanarak, fiilen tecrübe edilmesi gerekir. Örneğin ticaret, seyahat, cemaat, hizmet etmek, tecrübe sahiplerinin dizinin dibinde oturmak insanın karakterini geliştiren şeylerdir.

6- Cihad

Cihad meselesini önceki derslerde de birçok kez vurguladık. Ancak ne kadar vurgularsak vurgulayalım cihadın önemini yeteri kadar izah etmiş olamayız. Cihad hem İslam'ın pratiğinin kalbinde olan bir uygulama, hem de Müslümanca bir duruşun olmazsa olmazı niteliğinde.

Allah yolunda cihadın dört mezhep fıkhına göre tanımı Allah yolunda savaşmak ve savaş için gerekenler yolunda çaba göstermek. Bu kavram üzerinde oluşturulan kafa karışıklığı büyük oranda kasti bir saptırmadan kaynaklanıyor. Müslümanlara cihadın aslında çaba göstermek ve mücadele etmek olduğu, savaşla bir ilgisinin olmadığı inandırılmaya çalışılıyor.

İslam ile birlikte her kelime farklı bir anlam kazanıyor. Örneğin "salâh" kelimesinin sözlükteki anlamı dua etmek. Ama Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'e gelen din ile beraber bu kelime "namaz kılmak" anlamı kazanıyor. Cihad da aynı bu şekilde. Cihad, "cehd" kökünden geliyor. Sözlükte mücadele etmek anlamına geliyor. Ancak İslam ile birlikte, Allah yolunda yapılan fiili savaş "cihad" deniliyor. Cihad bire bir savaşmak ve onun için gerekenleri yapmak.

Bir Müslümanın duruşu için hem cihadın hakikatine inanmak ve onu anlamak hem de fiilen cihad etmek oldukça önemli. Yani bir Müslümanın kendisini tıpkı cephe hattında gibi görerek Allah yolunda mücadele etmesi gerekiyor. Her yaptığı işi o şuurla, o inançla, o itikatla yapması gerekiyor.

Ebu Hureyre radiyallahu anh'tan rivayetle Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:

"Savaşmadan ve kendi kendine savaşma isteği ile konuşmadan, yani savaşa niyet etmeden ölen kimse münafıklıktan bir şube üzere ölür." (Müslim 1910/158 Ebu Davud 2502, Nesei 3083, Beyhaki 9/169, Hâkim Müstedrek 2/77)

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, cihad etmemenin ve bunun bir insanın gönlünden hakikaten geçmemesinin bir münafıklık alameti olduğunu bize söylüyor.

Bunun yanı sıra, bir yöntem olarak cihada inanmak ve cihadı anlamak gerekiyor. Allah yolunda cihada inanmak tam olarak şu anlama geliyor: Müslümanlara zaferin sadece ve sadece Allah yolunda cihad ederlerse geleceğine hakikaten iman etmek. Yani diğer yöntemlere, particiliğe, demokrasiye, hiçbir fiili hareket olmaksızın sadece tebliğ ve davet yapmaya bir başarı atfetmemek. Başarının sadece ve hakikaten Allah yolunda yapılan cihaddan geleceğine inanmak. Ve de dünya üzerinde başarısız olan veya başarısız görünen cihadi pratikler üzerinden cihadı ikinci plana ya da perde gerisine atıp bunun önemsiz olduğunu düşünmemek.

Keza cihadı anlamak demek, Allah'ın ve Rasulü'nün Allah yolunda cihada bağladığı hikmetleri tam olarak özümsemek demek.

Abdullah bin Ömer radiyallahu anhuma'dan rivayetle Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

"Iyne yoluyla alışveriş yaptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapıştığınız, tarımı seçtiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size öyle bir zillet musallat eder ki, dininize dönünceye kadar onu üzerinizden kaldırmaz." (Ebu Davud, 3003)

Burada ayrıntıyla incelememiz gereken iki hikmet var.

Birincisi şu: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem burada farkındaysanız ıyne yoluyla alışveriş yapmaktan, öküzlerin kuyruğuna yapışıp ziraat hayatına adanmaktan bahsediyor. Yani içerisinde cihad olmayan, mücadele olmayan, izzet olmayan, şer'i siyaset olmayan, İslami egemenlik duygusu olmayan, sadece şahsi menfaatlerin düşünüldüğü bir hayat. "Öküzlerin kuyruğuna yapışıp ziraate hayatını adamak" o zamanlar bir yaşam tarzını ifade ediyordu. Bugün de bir yaşam tarzını ifade ediyor. İş yerlerinde, okullarda, ticarethanelerde geçen bir hayatı... "Onu aldım, bunu sattım" ile geçen bir hayatı. "Bugün şuraya gidelim, yarın buraya gidelim" ile geçen bir hayatı...

İkincisi ise şu: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki "Cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size öyle bir zillet musallat eder ki dininize dönünceye kadar onu üzerinizden atamazsınız." Yani bu zilletten kurtulmamız için dinimize dönmemiz gerekiyor. Nedir dinimize dönmek? Dinimiz neyi ifade ediyor? İzzetin ve başarının yalnızca Allah yolunda cihadla ve Allah'ın dinine bağlı kalmakla elde edilebileceğini. Başka yolun bizi zilletten kurtaramayacağını...

Bakıyoruz, Allah yolunda cihad kavramı özellikle son 150 yıldır ısrarla, bilerek tartışılıyor. Sulandırılıyor. İçi boşaltılıyor. Böylece Müslümanlar işgale açık hale getiriliyor. "Cihad savaşmak değildir" deniliyor. "Kitap okumakla cihad, okula gitmekle cihad, oy kullanmakla cihad" gibi abes şeyler ortaya atılıyor. "Cihad aslında şu, cihad aslında bu" deniliyor. "Cihada gerek yok" gibi zırvalar, laf dolandırmalar, akıl yıkamalar yapılıyor. Ama aynı adamlar kendi çıkarları, kendi toprakları, maaş aldıkları hükümetlerin arzuları söz konusu olunca herkesi savaşa çağırıyor, vatan için ölmekten bahsediyor. "Cihad" hutbeleri veriyor. Buradaki iki yüzlülüğü anlamak oldukça önemli.

Velhasıl biz cihadı bu şekilde terk ettiğimiz zaman, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in buyurduğu gibi bir zillet yapışıyor üzerimize. Bakıyoruz bugün dünya üzerindeki en zayıf, en aciz topluluklar bize Müslümanlara zulmediyor. Geri kalmış Afrika ülkeleri, Budist çeteler vesaire bile Müslümanlara zulmediyor. Bunların tamamı biz cihadı terk ettiğimiz, kerih gördüğümüz için oluyor. Aslında dünya sisteminin istediği şey şu: Bizim tüm başarı ve zafer vesilelerimizi elimizden alıp bizi boğmak. Bizi sıradan dünya vatandaşları yapmak.

Halbuki şunu görmemiz gerekiyor. Örneğin biz bugün Türkiye'de, mesela İstanbul'da yaşıyoruz. Buraların tamamı bize cihad vasıtasıyla bir yurt oldu. Yani Allah yolunda cihad diye bir şey olmamış olsaydı veya bizim ceddimiz bu cihadı vermemiş olsaydı, bugün biz nerede olurduk Allah bilir. Keza Müslümanlar Suriye'de, Irak'ta, Mısır'da bile olmazlardı. Müslümanları bu noktaya cihad getirdi. Önce büyük bir cihad ile beldeler İslam'a açıldı, ardından dünyevi ve uhrevi açıdan bu beldeler imar edildi.

Eğer cihad olmasaydı Müslümanlar sürekli kendilerini başkalarına karşı güçsüz şekilde savunmaya çalışan, kısa ömürlü ve dünyaya hiçbir şey vadedemeyen bir topluluktan ibaret kalırdı. Ama Allah azze ve celle büyük bir nimet olarak, zaten insanın içinde fıtraten var olan savaşma duygusunu sağlam, asil, yüce, mübarek ve de adil bir hedefe bağladı: Allah rızası ve kulların kurtuluşu.

İnsan zaten savaşmaya yönelen bir varlık. Bu savaş ya hak olarak ya da zulmen gerçekleşiyor. Allah azze ve celle bu savaşa adil standartlar koyuyor. Adil amaçlar koyuyor.

Bugün maalesef bizler Allah yolunda cihadı bu açıdan anlamıyoruz. Yani Allah yolunda cihad denildiği zaman aklımıza bunun en temel vazifemiz olduğu gelmiyor. Aklımıza sürekli bir çıkış kapısı bulmaya çalışmak geliyor. Sürekli kaçmak geliyor. Sürekli bahane bulmak gerekiyor. Cihad mevzusu üzerinde bu kadar durmamızın sebebi, Müslümanların siyasi üstünlük ve egemenlik vesilesi olan kavramın cihad kavramı olmasıdır.

Müslümanlar bahsettiğimiz İslami egemenliği nasıl tesis edecek? Tabii ki bunun birçok vesilesi var ama tüm vesileler şuraya dayanıyorlar: Allah yolunda cihada. Niye? Çünkü dünyada bir mücadele olduğu zaman daima iki ayrı güç karşılaşıyor, iki ayrı otorite karşılaşıyor, iki ayrı kuvvet karşılaşıyor. Egemen olmak isteyen birinin diğerine galebe çalması gerekiyor. Bu şart. Eğer Müslümanlar galebe çalmak istiyorsa bu cihada dönmeleri ve her zaman bu cihad şuurunu kendilerinde taşımaları gerekiyor.

Bu yüzden bizlerin en temel tasarımı ve insanlara anlatacağı en temel mesele, bu cihad ruhunun insanların yüreklerinde yerleşmesi ve kök salmasıdır. Bu cihad ruhunu insanların tam olarak benimsemesi ve hayata da bu cihad penceresinden bakmasıdır.

Ebu Hureyre radiyallahu anh'tan rivayetle Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:

"Allah kendi yolunda (savaşa) çıkan kimseye kefil olmuştur. (Allah buyurur ki) 'Onu ancak benim yolumda cihad etmek, bana iman etmek ve Rasullerimi tasdik etmek (yola) çıkarmıştır. Şu halde o, kendisini cennete koymamı yahut alabildiği kadar ecir veya ganimet alarak içinden çıktığı evine döndürmemi benim üzerime garantilemiştir.' Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, kim Allah yolunda bir yara alırsa, kıyamet gününde açıldığı zamanki halinde gelecek, rengi kan rengi, kokusu misk olacaktır. Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin olsun ki, eğer Müslümanlara zor gelmese, Allah yolunda gaza eden bir seriyyeden asla geri kalmazdım. Lakin onları bindirecek binek bulamıyorum. Onlar da beni takibe imkan bulamıyorlar. Benden geri kalmak da onlara zor geliyor. Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben Allah yolunda savaşarak öldürülmeyi, sonra yine savaşarak öldürülmeyi, sonra yine savaşarak öldürülmeyi ne kadar isterim." (Müslim 3484)

7- Şer'i siyaset

Duruşun bir diğer esası ise şer'i siyaset ki aslında bu "duruş" meselesinden "ilişkiler" meselesine geçişin de anahtarı konumunda.

Şer'i siyaset, şeriatın izin verdiği ve emrettiği ölçülerde siyaset yapmaktır.

"Siyaset"in kelime manası seyislikten, yani at bakıcılığından geliyor. Devleti ve toplumu yönetme anlamlarına geliyor. Yani siyaset aslında insanlar arası, insanla toplum arası, toplumla toplum arası ilişkileri yönetebilme sanatının adıdır. Şer'i siyaset de bunu şeriata uygun yapmaktır.

Bu iki kişi arasında da olabilir, iki devlet arasında da olur. Mesele burada bu siyaseti şer'i sınırlar içerisinde yapmak ve bunu önemsemektir. İnsan dünyada birçok gaye peşinden koşar. Bu gayelerin elde edilebileceği yöntemlerin en temeli, siyasettir, ikili diyalogdur. Eğer siz siyaseti iyi kullanabiliyorsanız, kendinizden hiçbir şey yitirmeden amaçladığınız şeyleri elde edebilirsiniz.

Bizans'ın önde gelen komutanlarından Belisarius'un etkili bir sözü var. Şöyle söylüyor:

"En mükemmel ve mutlu zafer şudur: Kendiniz bir zarar görmeden, düşmanı amacından vazgeçmek zorunda bırakmak."

Buna verebileceğimiz en büyük örneklerden biri de Tebuk Gazvesi'dir. Bu gazvede İslam ordusu başında Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte zor bir sefere çıkmıştır. Sefer, İslam ülkesinin kuzey sınırlarında bir Bizans ordusunun yola çıktığının değerlendirilmesi sonucu başlatılmıştır. Ancak seferin sonucunda bu değerlendirmelerin yanlış olduğu anlaşılmış, bazı rivayetlere göre Bizans ordusu İslam ordusunun karşısına çıkmaya cesaret edemeyip dağılmıştır. Her halükârda, İslam ordusu herhangi bir zarar görmeden güç gösterisi yapmış, bölgedeki diğer devletleri ve kabileleri korkutup sindirmiştir. Bazı kabileler Müslüman olmuş, bazıları cizyeyi kabul etmiştir. Tüm bunlar, İslam ordusu ve Müslümanlar zarar görmeden yaşanmıştır. Her ne kadar bizler bu gazveyi büyük bir zafer olarak okumayarak yanlış yapıyor olsak da esasen bu büyük bir zaferdir.

Tıpkı bu şekilde siyaset de zarar görmeden düşmanı amacından vazgeçirmek zorunda bırakabileceğimiz bir yöntemdir. O yüzden şeriata uygun bir şekilde, şeriatın emrettiği gayeleri elde etmek için, Allah'ın düşmanlarına karşı yapılan siyaset, yeri geldiği zaman Allah yolunda cihadın bir parçasıdır. Bununla "demokratik siyaset" veya "taviz siyaseti" anlaşılmamalıdır. Burada tam tersine cihadın kazanımlarını elde etmek için yapılan bir siyasetten söz ediyoruz. Örneğin, Müslümanlar için önemli olan ve elde edilmesi gereken bir toprak parçasının savaşla değil, siyasetle ve taviz verilmeden elde edilmesi. Yahut bir önceki derste gördüğümüz gibi Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in, Medine'yi kuşatan müşriklerin ittifakını bozmak için Gatafanlılara Medine'nin yıllık hurma mahsulünün üçte biri karşılığında savaştan çekilmelerini teklif etmesi.

İşte bu yüzden şer'i siyaseti iyi öğrenmek, iyi kavramak ve hayata yansıtmak gerekir. "Duruş ve ilişkiler" dediğimiz meselenin "ilişkiler" kısmı işte bu şer'i siyaset temelinde ortaya çıkacak olan bir şeydir.


Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.