Tarih | İntifada: Filistin'in ayaklanmalar ile şekillenen tarihi

Filistin, son 100 yıl boyunca İngiliz ve Yahudi hakim güçlere karşı ayaklanmalar ile anılan bir coğrafya.

Filistin, son 100 yıl boyunca İngiliz ve Yahudi hakim güçlere karşı ayaklanmalar ile anılan bir coğrafya.

Çağdaş tarihte "İntifada" adıyla ele alınan bu ayaklanmalar, Filistin'in tarihinin şekillenmesinde önemli rol oynadı.

Filistinli araştırmacı tarihçi Mahir el Şerif, 'Orient XXI' için kaleme aldığı makalede, Filistin'in 'İntifada' geçmişini değerlendirdi.

Değerlendirme Mepa News okurları için Türkçeleştirildi.


Son yüzyılın başından bu yana, atalarının topraklarında kendi kaderlerine yön verme hakları için Filistin halkının uzun soluklu mücadelesinde önemli bir dönüm noktası olan İkinci İntifada Eylül ay sonunda 20 yaşına girdi. İkinci İntifada iki tarihi başkaldırının ardından gelmişti: 1940 yılında tarihi Filistin’deki İngiliz Manda yönetimine karşı başlatılan genel grev ve silahlı isyan ile 1987 yılında Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da İsrail işgaline karşı başlatılan Birinci İntifada.

"Burak Ayaklanması"

1920’li yıllarda Filistinliler bölgedeki Yahudi yerleşimlerine karşı çok sayıda ayaklanma başlattı. Bu ayaklanmaların en önemlilerinden birisi "Burak Ayaklanması"ydı. Bu ayaklanma ismini, Müslümanların "Burak Duvarı", Yahudilerin ise "Ağlama Duvarı" dedikleri El-Aksa Camii’nin batı tarafındaki duvardan almıştır. Bu ayaklanma, duvarı ziyaret edip, orada ibadet etme hakkından artık memnun olmamaya başlayan Yahudilerin duvara el koyma girişimine bir tepki olarak tertip edilmiştir.

Kendinden önceki diğer ayaklanmaların aksine, bu ayaklanma Filistinlilerin yaşadığı çoğu şehir ve köye, hatta Yahudi yerleşimlerine dahi sıçradı. İngilizler ayaklanmayı bastırmak için uçak ve zırhlı araçları yoğun şekilde kullanmasına ve hatta diğer ülkelerden Filistin’e takviye birlikler getirmesine rağmen çok zorlandı. Ancak ayaklanma bir süre sonra yine de bastırıldı.

Büyük 36-39 ayaklanması

Bu ayaklanmanın ardından, Filistin’deki direniş Siyonist yerleşim birimleri (Yishuv) yerine İngiliz işgal sistemini hedef almaya başladı. Ulusal Filistin hareketlerinin başındaki isimler, İngilizlerin Balfour Deklarasyonu’nda belirtildiği üzere bir "Yahudi milli vatanı" planlarından vazgeçeceklerine dair tüm umutlarını yitirdi. Böylece, aralarında Kudüs ve Yafa’nın da bulunduğu birçok Filistin şehrinde, İngilizlerin Siyonist grupların silahlanmalarını ve Yahudi göçünün kontrolsüz bir şekilde artmasını engellemedikleri için İngiliz hakimiyetine karşı isyan hareketleri başladı.

Bu protestolar ile 21 Kasım 1935 tarihinde Hayfa’da gerçekleştirilen devasa gösteri sonrası mesele, Nablus’daki Milli Meclis’in 20 Nisan 1936’da genel grev kararı almasına kadar gitti. Bu hareket aynı zamanda, biri kadın dört Filistinlinin Yahudi yerleşimciler tarafından öldürülmesine verilen bir tepkiydi. Bu, 36-39 ayaklanmasının başlangıcıydı.

Genel grev hareketinin liderliğinin yerel düzeydeki halk komitelerine düşerek etkisini yitirmesinden korkulduğu için, Filistinli siyasi parti liderleri 25 Nisan 1936’da bir araya gelerek, başında Kudüs Başmüftüsü Muhammed Emin El-Hüseyni olmak üzere Yüksek Arap Komitesinin kurulduğunu ilan etti. Komite, Arap Milli Hareketinin, Yahudi göçünün durdurulması, Yahudilerin keyfi olarak topraklara el koymasının yasaklanması ve parlamento denetiminde olacak milli bir hükümet kurulması taleplerini İngilizler kabul edene kadar genel greve devam edilmesi kararı aldı.

İngiliz yetkililer, olağanüstü hâl ilan edip, Malta ve Birleşik Krallıktan takviye askeri birlikler getirerek isyanı bastırmaya çalıştı. Bunlar işe yaramayınca, Filistinlilerin şehir ve köylerinde "toplu cezalandırma" olarak adlandırılan ve ayrım gözetmeksizin herkese suçlu gibi davranıldığı uygulamayı yürürlüğe aldılar, evleri bombaladılar ve vergileri artırdılar. Bu nedenle, Filistinli devrimcilerin sığındığı Yafa’nın eski şehir bölgesi yerle bir edildi ve binlerce Arap devrimci tutuklandı. Tutuklananların onlarcası da idam edildi.

Manda yönetimi yetkilileri, El-Hüseyni’ye düşman olan silahlı Filistinli militanlara destek vererek sözde "barış grupları" kurdurdu. İlaveten, 20’li yılların ilk dönemlerinde Yahudi yerleşimlerde zuhur eden Haganah isimli paramiliter Siyonist örgütün artık yasadışı olmadığını ilan ettiler.

87 Aralık: Özgürlük ve bağımsızlık İntifadası

"İntifada" terimi Filistin’deki olaylar manasında ilk kez 1969 yılının şubat ve mart aylarındaki protestolar sırasında kullanılmıştır. Bu olaylarda en çok dikkat çeken, kadınların son derece büyük oranlarda katılım sağlaması ve protestocuların İsrail askerlerini ilk defa burada taşlaması olmuştur. Bu protestolar boyunca, insanların toplanma alanları camiler oldu. Milli organizasyonlar, sendikalar, profesyonel meslek temsilcileri ve kadın hakları örgütlerinin katılımıyla sayıları üç bin olan büyük yürüyüş katılımcısı da Ramazan Bayramı namazı için Kudüs’teki El-Aksa Camii’nde toplanmıştı.

Bu gösterilerin önemi, 67’deki yenilgi sonrası moral kaybı yaşayan Filistinlilerin özgüvenlerini tekrar kazanmasını sağlaması ve İsrail işgaline karşı koyabilecek güçleri olduğunu ispat etmesi nedeniyle son derece fazlaydı. Bu gösteriler ayrıca, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki direniş güçlerinin iş birliği yapma sürecinin başladığına şahit oldu. Bu iş birliği on yıllarca yıl artarak devam etti ve 87’deki İntifada sürecinde doruk noktaya ulaştı. 87’deki olaylar neticesinde, 60’lı yıllarda zuhur eden silahlı direniş süreciyle birlikte ağırlık merkezi yurtdışında oluşan milli Filistin direnişinin merkezleri işgal altındaki bölgelere taşındı. İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesiyle Beyrut’taki "güvenli bölgesini" kaybeden ve şehirdeki unsurlarını geri çekmesiyle silahlı direniş kozundan olan Filistin Kurtuluş Örgütü tekrar kuvvetlendi.

Bu İntifada neticesinde Ürdün, 31 Temmuz 1988’de açıkladığı karar ile Batı Şeria’dan çekildi ve Ürdün Nehri’nin doğu ve batı yakalarındaki idari ve hukuki bağları kopardı. 88 yılının Kasım ayı ortalarında Cezayir’de toplanan Filistin Milli Konseyi, İntifadanın etkisiyle tek taraflı bağımsızlık ilan ederek barış sürece sadık kalacağını açıkladı. Birleşik Milli İntifada Liderliği, hedeflerinin bağımsızlık ve özgürlük olduğunu ve "hareket alanının" 1948 Anlaşmasından sözde "yeşil hat" ile ayrılan ve 67’de işgal edilen toprakların da dahil olduğu bölgeyi kapsadığını ilan etti.

Birinci İntifadanın en belirgin özelliği, Filistin halkının tüm sınıflarının katılım gösterdiği yani halk tabanından destek bulan ve demokratik bir doğaya sahip olan bir hareket olmasıydı. Hareket ilaveten, çok iyi organize olmuş ve silahlı mücadele yöntemini benimsemiş olmasına rağmen sadece İsrail ordusunu hedef almayı başarmış, insanların İsrail’in işgal politikasına muhalefet etmeleri adına onları cesaretlendirmiş ve Tel Aviv yönetiminin uluslararası kamuoyunda gözle görünür şekilde yalnızlaşmasını sağlamıştı.

Ne yazık ki, bu İntifadanın (89 baharı-90 yazı) ikinci safhası, sadece FKÖ üyeleri ile İslami bir hareket olan Hamas arasında değil aynı zamanda FKÖ’nün kendi kadrolarında da dahili çatışmalara sahne olmuştur. İntifadanın nasıl yol alacağına dair fikir ayrılıkları meydana gelmiş ve yurtdışından gelen paralarla kurulan düzinelerce kurum ve komitenin zuhur etmesiyle hareket son derece bürokratik bir hale dönüşmüştü.

Bu sebepten ötürü, Irak’ın Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal ettiği günlerde FKÖ bir siyasi krizin ortasındaydı.

Barış süreci çıkmaza girmişti. Bunun en büyük sebebi ise, ABD’nin, FKÖ’nün alt gruplarından bir tanesi tarafından gerçekleştirilen intihar saldırısını kınamayı reddetmesini bahane göstererek konuşmalardan çekilmesiydi. Bir başka etken de İntifadanın yeni siyasi avantajlar elde etmesini sağlayacak şekilde geniş çaplı bir siyasi itaatsizlik hareketine dönüşememiş olmasıydı. Tam bu dönemde, eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin topraklarından Filistin ve İsrail’e yeni bir Yahudi göç dalgası ulaştı.

Arap devletleri ise, hala devam etmekte olan Kuveyt meselesindeki fikir ayrılıkları nedeniyle birbirine cephe almış oldukları için ABD yönetimine barış görüşmelerinden çekilmemesi için baskı yapabilecek bir pozisyonda değildi. Bu son derece somut hayal kırıklığı ile baş başa kalan FKÖ, Orta Doğu’daki tüm çatışmalarda aynı anda taraf olmak isteyen Saddam Hüseyin tarafından 12 Ağustos 1990 tarihinde ilan edilen siyasi girişimin şartlarına sadık kalacağını ilan etti. Bu girişimin öngördüğü çözüm sürecinin, İsrail’in Filistin, Suriye ve Lübnan’daki tüm Arap topraklarından "derhal ve koşulsuz" bir şekilde çekilmesinin ardından başlayacağı duyuruldu.

Ancak, Irak ordusunun uluslararası koalisyon tarafından yenilgiye uğratıldıktan sonra Kuveyt’ten çekilmek zorunda kalması, Bağdat yönetiminin desteklediği için suçlu duruma düşen FKÖ’nün hem uluslararası camia hem de Arap devletleri tarafından siyasi ve mali bir abluka altına alınmasına yol açtı. Filistin Otoritesinin (FO), gelinen noktada, ABD’nin dikte ettiği şartları kabul etmekten ve yine Washington tarafından gelen emir üzerine, kurulan uluslararası barış konferansına katılmaktan ve İsrail ile gizli pazarlık masasına oturmaktan başka çaresi kalmamıştı. Bu süreç sonrasında, Oslo mutabakatı üzerinde anlaşıldı ve bu mutabakata göre FKÖ ve İsrail birbirini karşılıklı olarak resmi manada tanımış oldu.

 Oslo Anlaşması sonrası gelen hayal kırıklığı

Yaser Arafat ile İzak Rabin’in Beyaz Saray’daki tarihi görüşmede el sıkışmalarının üstünde yedi yıl sonra gelinen noktada, Filistin Otoritesi, Batı Şeria’nın beşte birinden azını ve Gazze Şeridinin üçte ikisinden azını kontrol etmekteydi. Bu iki bölge, Filistin’in tarihi topraklarının %22’si kadarı ancak etmekte olup İsrail’e göre hala pazarlık masasının bir parçasıydı. İsrail’in bu tutumu, BMGK kararına göre İsrail’in 67’den bu yana işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerekirken devam etmekteydi. Bu arada, Filistinlerin topraklarına el koyulmaya, yeni yerleşim alanları kurulmaya ve Kudüs’ün Yahudileştirilmesine devam edilmesine eskiden olduğu gibi devam edilmekte ve dolayısıyla Filistinlilerin günlük yaşamları her geçen gün biraz daha zorlaşmaktaydı.

2000 yılının ekim ayında başlayan ikinci İntifada işte bu ortamın kaçınılmaz ve mantıklı sonucu olarak özellikle de Yaser Arafat ile Ehud Barak arasındaki Camp David görüşmelerinin sonuçsuz kalmasının ardından baş gösterdi. Ariel Şaron’un El-Aksa'ya gerçekleştirdiği ziyaretin tetiklediği gösteriler, Filistinlilerin öfkesini ve gerçek bir baskı ortamı yaratılmadan pazarlık masasına oturmanın hiçbir mantığı olmadığını bir kez daha kanıtladı. Ancak, daha ilk haftalardan başlamak üzere, İntifadaya katılan gruplar arasında fikir ayrılıkları baş gösterdi. Gruplardan bazıları gösterilerin halk tabanı ile olan ilişkisini muhafaza etmek isterken, bazıları silahlı bir başkaldırının başlatılması taraftarıydı. Grupların arasını açan diğer mesele de bazılarının hareketin 67’de işgal edilen bölgelere yoğunlaşması gerektiğini düşünürken, bazılarının da Yeşil Hattı hedef olarak belirlemesiydi.

Siyasi açıdan bakıldığında, ikinci İntifada milli otoritenin işine yaramaktaydı. Seküler milli kuvvetler gösterileri bağımsızlık elde etmek için bir araç, dini kimlikli kuvvetler ise olayları tüm Filistin milli topraklarını özgürleştirme fikrine dayanan kendi siyasi görüşlerini empoze etmek için bir fırsat olarak görmekteydi. Milli otorite ise olayları bu iki gruba karşı da kullanarak pazarlıkların şartlarını iyileştirmek niyetindeydi.

İkinci İntifada kısa süre içinde, 11 Eylül saldırılarından sonra farklı bir boyuta ulaşan canlı bomba saldırıları vasıtasıyla militan bir kimliğe büründü. İsrailliler ve Filistinlilerin masaya oturup konuşmalara devam etmeleri pek de umurunda olmayan George W. Bush hükümetinin o dönemki siyaseti, bir taraftan Ariel Şaron hükümetine tam destek vererek diğer yandan da Şaron’a Filistinlileri "fazla ezmemesi" hususunda uyarmaktan ibaretti. Bu politikanın bir diğer hedefi de Filistin topraklarındaki çatışmaların kısıtlı halde devam etmesine izin verilerek, özellikle Irak meselesi başta olmak üzere ABD’nin bölgedeki diğer politikalarının zarar görmesini engellemekti. Ancak Şaron, 11 Eylül saldırılarının ardından zuhur eden yeni atmosfer içinde teröre karşı savaş söyleminin mızrak başı görevini üstlenerek, Amerikalı neo-muhafazakârlar ile sağcı İsrail milliyetçileri arasında kurulacak ortaklığı daha güçlendirebileceğini fark etti.

İkinci İntifadanın militan kimliğine bürünmesi Filistinliler arasında ateşli bir tartışmaya neden oldu. Filistin meselesi uzmanlarından bazılarının, ikinci İntifada ile 87’deki halkın geniş katılım gösterdiği barışçıl gösteriler arasındaki farklarla alakalı görüşleri şöyledir; Bir Zeit Üniversitesi’nden Profesör Islah Jad, ikinci intifaya olan halk katılımının yüksek olmamasının tüm organizasyona ket vurduğunu söylemektedir. Halkın olaylara riayet etmemesinin sebebi, sıradan insanların harekete geçirilmesini organize etmesi beklenen siyasi parti ve oluşumların zayıf olması ve bu yapıların kadrolarının birçoğunun farklı STK’lara geçiş yapmasıydı. Sonuç olarak, "laik ve demokratik akımın söylem ve kültür varlığı hususunda gözle görülür bir gerileme meydana geldi." Bu gerileme nedeniyle de din merkezli siyasi hareketler, özellikle çeşitli öğrenci toplulukları ve sendikalara nüfuz ederek ve FKÖ’nün çoğunluğunu oluşturan Yaser Arafat liderliğindeki El-Fetih kuvvetlerinin desteği ile İsrail işgaline karşı militanlaşarak ve canlı bomba eylemlerine başvurarak direnmeyi tercih ederek "büyük çaplı gruplar nezdinden nüfuz ve meşruiyet kazandılar."

Üçüncü bir İntifadaya doğru mu gidiliyor?

Bush hükümeti, 2002 sonrası dönemde, Filistin Otoritesi Başkanı Yaser Arafat’ı terörizme destek verdiği gerekçesiyle suçlamayı ve her geçen gün artan şekilde Arafat’ın FO ve FKÖ liderliğinden indirilmesini öngören bir reform hareketi gerçekleştirilmesi için baskı yapmayı bırakmadı. Şaron hükümeti bu ortamı, özellikle Filistin kontrolü altındaki şehirlerin İsrail ordusu tarafından işgal edilmesi ve Arafat’ın Ramallah’taki ofisinin ablukaya alınmasının ardından, FO’ni daha da zayıflatmak için bir fırsat olarak algıladı.

Arafat’ın 11 Kasım 2004’te hayatını kaybetmesinin ardından, bazı çevrelerden seçim yapılmasını talep eden sesler çıkması artık eski dönemin kapandığının sinyallerini vermekteydi. 9 Ocak 2005’te yapılan seçimi, El-Fetih'in adayı Mahmud Abbas oyların %60’ını alarak kazandı. Abbas seçim kampanyası boyunca siyasi rejimin reforma tabi tutulması, ülkedeki kurumların eskiden oynadığı rollere geri getirilmesi ve demokratik sürecin sürekli hale getirilmesi gerektiğinin altını çizdi. Abbas ayrıca, İntifadanın militan kimliğinin sonlandırılmasını ve pazarlık masasına geri oturulmasını savundu. Abbas’a göre, Filistin halkının haklarını garanti altına alıp uluslararası camiada imajını iyileştirebilmenin ve böylece yurtdışından gelecek mali yardımların sağlama alınmasının tek yolu siyasi bir çözüme ulaşmaktı. Siyasi bir çözüme ulaşmak için de yukarda zikredildiği üzere pazarlık masasına oturulması gerekmekteydi. Tabi bu, İntifadanın, hareketin varlığını haklı kılan tek hedefini kaybetmesi ve yavaş yavaş sönerek yok olması manasına gelmekteydi.

Carnegie Middle East Centre tarafından 8 Şubat 2018’de yayımlanan ve üçüncü bir İntifadanın yaşanmasının eninde sonunda gerçeğe dönüşeceğini savunan bir çalışmasında Michael Young, düşünce kuruluşu bünyesinde beraber çalıştığı en nitelikli uzmanların, uluslararası kriterlere uygun bir iki devletli çözüm ihtimalinin giderek azalması ve Filistinlilerin yaşam koşullarının gittikçe kötüleşmesi nedeniyle genel bir öfke havasının oluşması nedeniyle üçüncü bir İntifadanın patlak vermesine yol açabileceği hususunda mutabık kaldıklarını vurgulamaktadır. Gerçekleşmesi beklenen bu İntifada şüphesiz seleflerinden farklı bir form alacaktır. Yukarıda zikredilen çalışmada görev alan akademisyenlerden biri olan ve Bir Zeit Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olarak görev yapan Ali Jarbaoui mesele hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır:

"87’deki gibi halk tabanının geniş desteğini gören bir İntifada yaşanması gayet zayıftır zira Oslo mutabakatı birçok şeyi değiştirmiştir. Günümüzde, İsrail işgali artık A ve B bölgesi diye adlandırılan bölgelerde kapana kısılmış Filistinliler için büyük ölçüde 'görünmezdir.' Bu insanların, yaşam bölgeleri veya otoyollar haricinde günlük olarak işgal kuvvetleri ile direkt teması olmaması ilginç bir noktadır. Filistinlilerin büyük çoğunluğu, etkili olacağına dair ikna edilmediği sürece hiçbir İntifadaya iştirak etmeyecektir."

Jarbaoui, bir İntifada yaşansa dahi, bunun Filistinlilerin kontrolündeki şehir merkezlerinde, büyük çaplı halk katılımına ev sahipliği yapacağını, yapılan gösterilerin sürekli ve barışçıl bir şekilde, uzun süredir maruz kaldıkları bu işgalin sonlandırılması adına uluslararası camianın seslerini duymasını umut ederek devam eden bir karakterde olacağını düşünmektedir.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.

İlgili Haberler

İsrail askerleri 14 yaşındaki Filistinli çocuğu öldürdü
Filistin yönetimi İsrail ile iş birliğine yeniden başlıyor
Hamas: İsrail'in Filistin'deki ilhak planı intifadaya yol açacak

Tarih Haberleri