Yücel Uğurlu

Yücel Uğurlu

Avrupa Birliği: Bir hezimet mi, yoksa büyük bir başarı hikayesi mi?

Avrupa Birliği: Bir hezimet mi, yoksa büyük bir başarı hikayesi mi?

Prof. Dr. Yücel Oğurlu

Dünya tarihini okurken eleştirel okumaların çok değerli olduğu malumunuz. Yanıbaşımızda cereyan eden olaylar, bazen de içinde olduğumuz olaylar, büyük resimlerin küçük parçacıklarıdır. Öfkelerimiz veya biriken kötü tecrübelerimiz çoğu kez bizleri kestirme çözümler bulmaya zorlarken gerçeği ıskalayabiliriz. Resmi bütüncül şekilde değerlendirmek ve doğru okumak, her olayda ve günlük hayatımızda olduğu gibi devletlerin hayatlarında da doğru kararlar verilmesinde önemlidir.

Doktora yaptığım dönemlerde, yani Birliğin kuruluşundan tam 40 yıl sonra, Birliğin kaderinin “Avrupa Birleşik Devletleri”, yoksa hızlı bir dağılma yönünde mi evirileceği konusu hararetle tartışılıyordu. Yıllar içerisinde Birlik genişledikçe genişledi ve Sovyetler Birliğinin boşalttığı Doğu bloku ülkelerini de içine kattı. Buraya kadar yaşananlar, Avrupalılar için büyük bir başarı örneğiydi.

Kendi aralarında engizisyon mahkemelerini, tarihin en uzun savaşları olan yüzyıl savaşlarını, onlarca yıla yayılan mezhep savaşlarını yaşayan, Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm belaları ile boğuşan, yine yaşlı kıtada yaşanan İkinci Dünya Savaşı, kitle kıyımları, soykırımları yaşayan/yaşatan bir coğrafyada en temel arayış olan “barış” mefhumu üzerinde yoğunlaşıp ABD’nin de desteği ve yönlendirmesiyle birleşmeyi başardılar. İkinci Dünya savaşı sonrasında birbirini yok edesiye büyük bir savaşı yürüttükten sonra, bir araya gelip bir Birlik kurmaya teşebbüs etmek gerçekten şapka çıkarılması gereken bir büyük başarıdır.     

Avrupa Birliği, Avrupalılar için geçen yüzyılın en değerli ekonomik, siyasi ve bölgesel projesiydi. Çünkü, kendi aralarında bir birlik oluşturmak, İkinci Dünya savaşının yıkımı ve ırkçılık üzerine kurulu saldırgan ve ayrımcı zeminin yeniden palazlanmaması için önlerindeki tek çıkar yoldu. Bunun için de silah teknolojisinin o günkü temelini oluşturan kömür-demir-çelik üçlüsünün tekelleşmesini engellemek, ülkeleri bu madenlerle birbirine bağımlı tutmak ve denetleyen bir mekanizmayı kurmaktı. Çok kısa sürede bu hedefin ekonomik işbirliklerinden, ekonomik birliğe ve bunun ilk şartı olan gümrük birliğine doğru yeni hedeflerle geliştiğini görüyoruz. Kurucu anlaşma olan Roma Antlaşması Avrupa’nın tek bir ekonomik bütünün içinde yer almasını öngörmüşken nihai olarak bir tek devletten, diğer bir deyişle, siyasi birleşmeden henüz bahsetmiyordu. Zaman geçtikçe, kendi vatandaşları için en yüksek seviyede insan hakları koruması, ekonomik ve ticari menfaatlerinin korunması yanında yüksek seviyede sosyal korumayı sağlayacak yapıyı oluşturma yönünde önemli adımlar attı. Katılan devlet sayısını dikkate alarak en büyük serbest ticaret bölge unvanını kazanırken diğer yandan siyasi bir Birleşmenin gereken bütün adımlarını başarıyla attı. Bu  durumda; Avrupa Kıtası için son derece değerli olan bu fikri, İkinci dünya savaşından bağımsız olarak okursak hangi sonuçlara ulaşabiliriz.

Ortaçağ’a kadar götürürsek kilise kaynaklı dini temelli bir Avrupa Birleşmesi hayali vardı. Bir kere Birliğin fikir babası olarak kimileri Friedrich List’i kimileri Jean Monnet’yi gösterirler. Fakat unutulmaması gereken temel nokta Birliği kuran kurucu metinlerinde ve ifadelerinde bahsedilen “Avrupalı değerler”in neler olduğunu anlamadıkça Birliğin ulaşmak istediği sınırları anlamak oldukça güç olacaktır. Diğer başkaca metinlerden teyitle, Roma İmparatorluğunun oluşturduğu medeniyet mirası, Antik Yunan Felsefesi ve Hristiyanlığın ortak değerlerinin Avrupalılık tanımı mutabakatı üzerine kuruludur. Aynı zamanda bütün kurucu taraflar açıkça ilan edilmese de bu değerleri ortak değerler olarak kabul ederler. Halbuki, bazı Doğu Bloku ülkelerinin bu tanıma tam olarak uymamalarına rağmen kabul edildiklerini biliyoruz. Çoğu Ortodoks olan bu ülkelerin Roma mirasının varisleri veya Batı Avrupa Hristiyanlık değerlerinin (Protestan ve Katolik) tam anlamıyla kabullenicisi olamayacakları açık olsa da kabul edilmeleri AB’nin siyasi nüfuz sahasını genişletme adımlarıdır.

Türkiye ve Bosna-Hersek gibi adaylık başvuruları kabul edilmiş olan Müslüman ülkeler ve hatta Fas, Tunus, Cezayir gibi Mağrip ülkelerine gelirsek, bu ülkelerin ne Roma mirasının varisleri olduğu ne de AB sosyo-ekonomik alana ve dini kültür alanına kolaylıkla kabul edilemeyecekleri gizli-saklı bir husus değil. 60 yıldır Almanya’da yaşayan Türkler, yine 60 yıldır Fransa ve Belçika gibi Frankafon ülkeleri tercih eden Kuzey Afrikalılar veya son 20 yıldır Batı Avrupa’da güngeçtikçe artan Balkanlılar gittikleri ülkelerde yabancı düşmanlığının (xenephobia) açık süjeleri olmaya devam etmektedirler. Türkiye ile ilgili olarak Birliğin özellikle rahatsız edici gördüğü konunun, “serbest dolaşım” hakkının verilmesi halinde hazmedemeyeceği kadar büyük bir kitlenin işgaline maruz kalacağı endişesi olduğunu söylemek gerekir. Bugünkü Avrupa’yı değerlendirirken yaşlanan nüfusu karşısında bu endişelerinin kendileri açısından haklı bulunabilir tarafları olduğunu itiraf etmeliyiz.

Bir diğer nokta, Avrupa’nın bir zamanlar Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar genişleyen kolonyalist dönemlerinde farklı bir durum olduğunu anlamak gerekiyor. Avrupa Kömür Çelik Teşkilatından Avrupa Birliğine gelen süreçte,  Avrupa felsefi olarak hümanist bir çizgiye geçmeye kendisini zorladığı; sömürgecilik dönemlerinin günahlarından arınmaya çalıştığı ve barışçıl yeni bir insan hakları öğretisi kurmaya gayret ettiğini görüyoruz. Bu anlamda, bir yönüyle de Avupa Birliği’nin, yaşlı kıtada her fırsatta hortlamış olan ırkçılık hastalığının bir anlamda “günahını çıkarmak” üzere Avrupalılar için düşünülmüş bir siyasi barış projesi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu taraftan bakıldığında, bu yeni projenin, Avrupalıların kendileri için öngördükleri refah ortamının ve değerlerinin bütün dünyaya taşınması gibi bir dertleri artık yoktu. Bilakis, kıtanın selameti ve geleceği için bir arayış ve girişim sözkonusuydu. Bunun için AB, ne Ortaçağ Avrupası, ne Cizvit papazları, ne de kolonyalist dönem üzerinden doğru şekilde okunabilir. AB projesi, Avrupa kıtasında Avrupalıların huzur ve sükûnu, ekonomik açıdan gelişmesi ve gelişkin bir hukuk ve ticaret sistemi kurmayı hedefliyordu.

Bütün bu iyiniyete rağmen, kurulan kapsamlı Avrupa İnsan Hakları Hukuku kucaklayıcı olmaya çalışsa da, önyargılar, angajmanlar, çifte standart taşıyan uygulamalar ve tarihe dayalı ideolojilerinin Birliğin hedeflerini başarma önünde engeller oluşturduğu görülüyor.

Bunu anlamak için de bir psikanaliz yapılırsa AB’nin açıkça deklare etmediği kuruluş ve tarih felsefesi, Avrupa aşırı sağının tercihlerinde var olan keskin Doğu-Batı ayrımına inilebilir. Bu ayrım, Romalılar ve Barbarlar kategorizasyonunun hafızalardaki derin izlerini ifşa ediyor. Göçmenler ve mülteciler konusunda takınılan tavır, özgürlüklerin uygulanmasında farklı ülkelere göre farklı önyargılarla çifte standartlı mahkeme kararları verilmesi, Rum kesimi lehine çığır açacak Louzidio kararı veya başörtüsünde Leyla Şahin kararı, kendi teröristi ile başkasının teröristi arasında tam gibi farklılık oluşturan ayrımcı kararlar ve siyasi tutumlar takınılması en tipik örnekler arasında.

Diğer yandan hepsinden daha önemli bir gerçek var ki o da Kuzey yarıkürenin hızla yaşlanıyor olması. Sadece Avrupa değil, Rusya ve ABD de hâkim kurucu unsurların nüfuslarının evliliklerin ortadan kalkması dolayısıyla hızla erimesi ve mevcut nüfusun hızla yaşlanması gerçeği karşısında demografik açıdan önü alınamaz bir noktaya doğru sürükleniyor. Batı Avrupa ve ABD bu açığı beyin ve işgücü göçü ile yakın zamana kadar ustaca kapatmayı başardı. Şimdilerde ise bu göç, artık istenmeyen noktalara geldiği ve etnik temelli aşırı sağ söylemlerin yeniden hortlamasında temel bahane olarak kullanılıyor. Buna son yıllarda Suriye savaşından kaçan mülteci ve göçmenlerin AB’ne hücum edeceği propogandası da eklendiğinde AB vatandaşları gözünde hoş bir tablo ortaya çıkmıyor. Bizim kurmaya çalıştığımız bu empatinin, ilişkinin diğer tarafı olan AB organları tarafından da kurulması gerekli değil mi? Mesela, terör ve terörist tanımlarının içerik tanımlamasının herkes için geçerli ortak kurallarının olması gerekmiyor mu?

Birliğin kendi iç problemlerini çözememesi, ekonomik krizin Birlik üyelerini sarsması; Birliğin ekonomik desteği konusunda bütün yükün Almanya’nın sırtında toplanması, İngiltere Brexit gelişmeleri ve hepsinin ötesinde üye devletlerin kendi içlerinde ülkelerinin iç birliklerini koruyup koruyamayacağı konuları Birliğin geleceği hakkında şüpheleri besliyor. Bask, Katalan, İskoç, İrlandalı, Flaman ve Valon’ların talepleri bunlardan en bilinenleri. Hatta Fransa’dan Alsace ve Almanya’dan Bavyera, İtalya’dan Sicilya, Korsika, Sardinya bölgeleri. Partiler çevresinde örgütlenmiş onlarca ayrı hareket, bırakın Birliğin devamını, üye ülkelerin kendi iç bütünlüklerinin devamı ve muhtemel uyuşmazlıklar konusunda önemli ipuçları veriyor.

Son olarak, ABD’de Trump’un başarısının tesadüfi değil, halk tabanında yükselen temayülleri gösteren önemli bir işarettir. Benzer gelişmelerin Fransa’dan başlayarak bütün Avrupa’da görmemiz çok yakın. Acaba Avrupa yeniden ikinci dünya savaşı öncesi fabrika ayarlarına mı dönecek, yoksa 1970-80'li yıllarda eriştiği hümanist ve vaadkar  çizgiye mi yönelecek? Son ihtimal olarak gönüllü olarak daha küçük ve etkin bir Avrupa Birliği seçeneğini mi zorlayacak? Bütün bu ihtimallerin, AB'nin geleceği için son derece kritik tercihler olduğunda da kuşku yok.   

Kaynak: Dünya Bülteni

Bu yazı toplam 4504 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
Yücel Uğurlu Arşivi