Can Yeleklerinin Anlatacakları Var

Can Yeleklerinin Anlatacakları Var

Türkiye sokaklarında satılan can yelekleri, Yunanistan kıyılarına çıkmayı amaçlayan mültecilerin zorunlu göçünün sembollerinden biri haline geldi.

Fotoğrafçı John Stanmeyer yirmi yıldır göç konusunu işliyor. Geçtiğimiz Kasım ayında Türkiye ve Yunanistan’a giderek, zorunlu göçü can yeleği üzerinden keşfetti. Türkiye sokaklarında satılan can yelekleri, Yunanistan kıyılarına çıkmayı amaçlayan mültecilerin zorunlu göçünün sembollerinden biri haline geldi. 

Can yeleği hayat kurtarıyor. Ama artık birçok hayatta farklı bir iz bırakıyor. Çaresizlik içindeki binlerce sıradan insan tarafından, daha iyi bir yaşama doğru yapılan zorunlu bir yolculuğun içinde yeşeren umudun simgesi olarak giyiliyor.

Tehlikeye atılacak canlar, markaları hatalı bir şekilde yazılmış can yelekleri biçiminde İzmir’in kalabalık caddelerindeki kaldırımlarda her gün boy gösteriyor. Göze çarpan turuncu rengi ve trajik yükünün getirisiyle seyyar satıcılar için bir fırsat. Tanıklık ettiğimiz insanlık faciasından ekmeklerini çıkaran fırsatçılar, bu yelekleri mahalle pazarındaki bir pazarcı gibi satıyor. 

Neon ışıklarıyla yıkanan ticareti bol bir kavşakta, gözünü devriye gezen polisten ayırmadan (ne de olsa izin belgesi olmadan seyyar satıcılık yapmak yasak) gecenin gölgelerine karışarak umut satan kişilerle karşılaşıyorum. 

Sattıkları umut, tehlikeli Ege Denizi’ni sağ salim geçmeye yarayan bir can simidi. Otuz kilometrelik geçişin ardından ulaşılan kara parçasında, bu yolculuktan sağ çıkamayanlar için mezar yeri sınırlı. Mültecilerin Avrupa Birliği’ne giriş noktası olan Yunanistan’ın Midilli (Lesbos) adasındaki tepenin yamaçlarında yer yok. 


İzmir’in Basmane semtinde, okul parası kazanmaya çalışan 17 yaşındaki iyi kalpli Mert ile tanışıyorum. Her akşam karşılaştığımızda “Seni seviyorum Johnny!” diye bağırıyor heceleri gösterişli bir şekilde uzatıp sündürerek. Bırakın açık denizi, küçük bir su birikintisi bile olmayan bir yerde her gece can yeleğiyle dolaşıyor. 

Saatlerce Mert’i izliyorum. Gecenin gölgeleri içinde hareket edişini, uzak diyarlardan gelen bir gölge oyunu kuklası misali yürüyüşünü–dans edişini, yanından geçen tüm yabancılara aylardır haykırdığı öyküyü: “Satılık can yelekleri!” 

Kalabalık içinde olası müşterileri saptamak zor değil. Suriyeliler, Iraklılar, Afganlar, İranlılar. Kenti korku içinde, çaresiz bakışlarla dolaşan insanlar. 

Herkes 20 dolarlık bu alışverişin ne anlama geldiğini biliyor. Bir can yeleği, güçsüzlüğün, çaresizliğin, yurtsuzluğun sembolü. Bir gerçeği kabul etmek anlamına geliyor: Göç başlamak üzere. 


Daha da karanlık bir gökyüzü altında anneler, babalar, çocuklar ve büyükanneler kaçakçılar tarafından penceresiz sıkışık minibüslerin içinde Türkiye sahillerine taşınıyor, kıyıdan bir kilometre kadar uzakta araçtan indirilip, birkaç eşyasını sırt ya da el çantasında taşıyarak yürümeye zorlanıyor. Ellerinde sımsıkı tuttukları bir plastik torba daha var. Gecenin karanlığı kadar siyah olan torbanın amacı, küçük şişme bir bota konserve gibi doluşmadan önce üstlerine geçirecekleri tanıdık turuncu yeleği gizlemek. 

İnsan göçünün bu onur kırıcı biçimine, bir gece Çeşme’ye giderken, tüm can yeleklerinin yolculuğunun başladığı İzmir’den 65 kilometre kadar uzakta tanıklık ediyorum. Can yeleklerinin çıkarıldığı Yunan sahilleri, bir taş atımı uzaktaymış duygusu vererek parlıyor: Orası bir umut kapısı. 


Basmane’de can yeleği satanlarla geçirdiğim bir hafta yüreğimi sızlatıyor. Dünyanın çeşitli yerlerinde savaş, çatışma, fakirlik ve baskı nedeniyle yaşanan zorunlu göçleri belgelediğim yirmi yıl boyunca çok keder gördüm. Yunanistan’a deniz yoluyla, yasal ve insani bir biçimde –bir yolcu gemisiyle– geçerken, aynı kısa yolculuğu yapmak için bu insanların ödediğinin 500’de biri kadar para ödüyorum (normal bir bilet 20 euro, kaçakçıya ödenen para ise 1000 euro). Geçiş sorunsuz ve güvenli, karşılama samimi. Bunun nedeni, yüz binlerce kişide olmayan basit ama aynı derecede acımasız bir belge: Kabul gören ülkeden alınmış bir pasaport. 

Dünya basınının, Almanya’ya, İsveç’e ve başka ülkelere doğru yola koyulan 250 bin mülteciyi izlediği sıralarda ulaşıyorum Midilli’nin kuzey kıyılarına. Karşıma çıkan manzara, dehşetengiz bir Christo ve Jeanne-Claude sanatsal yerleştirmesi görünümüyle nefesimi kesiyor. 

Kıyıdaki açıklık, kemeri açılıp atılmış, kayalara yayılmış, arasız gelgitle etrafa dağılmış binlerce parlak can yeleği dolu. İzmir’de seyyar satıcılık yapan Mert, hiç kuşkusuz bunlardan bazılarını bir ara üzerine giymişti. 

Her yeleğin, kurtardığı cana dair bir öyküsü var. Bir ablanın, bir ağabeyin, savaştan, zulümden, yoksulluktan kaçmak için çıktıkları umut yolculuğu sırasında kaderin cilvesi ve tehlikeli koşullar yüzünden bu sahillere çıkan insanların öyküsü. 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.