Kosova'nın Bağımsızlığı: Türkiye Perspektifinden Bir Analiz
Yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin de önüne yeni bir “Balkanlar” gerçeği çıkarmıştır.
Dünyadaki değişime paralel 1989 sonrasında Balkanlarda yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin de önüne yeni bir “Balkanlar” gerçeği çıkarmıştır. Rejim değişikliği ile birlikte demokrasiye ve serbest piyasa ekonomisine geçiş yapan bölge ülkeleri, Türkiye açısından da ilişkilerini yeniden düzenleyeceği ve geliştirebileceği bir alana dönüşmüştür. Bu yeni dönemde temkinli bir politika izleyen Türkiye, bölgede öncelikle istikrarın tesis edilmesi gerekliliğine inanmış ve ancak ondan sonra işbirliği imkanlarının geliştirilebileceğini öngörmüştür. Bu fikirden hareketle gerek Yugoslavya’nın dağılma sürecinde gerekse Bosna Savaşı ve hemen akabinde patlak veren Kosova krizi esnasında yapıcı girişimlerde bulunmuştur. Diğer taraftan süreci yönetirken, mümkün olduğunca uluslararası toplum ile eş güdümlü davranma ve bölgesel aktörlerin dahil edildiği çoklu çözüm mekanizmalarını geliştirme arayışında olmuştur. Tüm bunlara rağmen, bu coğrafya 1990’larda ciddi trajedilere sahne olmuş ve ardında içiçe geçmiş sınırlar ile günümüze kadar çözülemeden gelen ciddi meseleler bırakmıştır. Bu sorunların arasında tartışmasız en karmaşık ve zor olanı ise Kosova meselesidir.
Kosova Sorunu ve Türkiye
Türkiye gündemine resmi olarak ilk kez 1991’de Yugoslavya’dan bağımsızlık ilan ettikten sonra Kosovalı Arnavutların Lideri İbrahim Rugova’nın 1992’de Ankara ziyareti ile giren Kosova meselesi, o tarihten bu yana devam eden tartışmalı durumu ile hem uluslararası kamuoyu ve bölge ülkeleri hem de Türkiye açısından en karmaşık sorunlarından biri haline gelmiştir. 1999 NATO müdahalesinden sonra, 1244 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı ile oluşturulan geçici yönetim tarafından temsil edilen Kosova, 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Ancak o tarihten bu yana sadece 69 ülke tarafından tanınmış, dolayısıyla uluslararası arenada kabul görmüş gerçek bir aktöre dönüşememiştir. Kosova halen bağımsızlık öncesi dönemde olduğu gibi BM (UNMIK) ve AB (EULEX) gibi uluslararası toplumun himayesinde temsil edilmektedir. Sırpların yoğunlukta yaşadığı Kosova’nın kuzeyi ise hem EULEX’in hem de Kosova’daki yerel otoritelerin görev alanı dışında kalmıştır. Bilhassa Mitroçiva bugün, Kosova’daki söz konusu Müslüman-Sırp çatışmasının tarihsel odağı haline gelmiştir.
Bu noktada, mevcut devletler sisteminde BM’nin asli yargı organı ve uluslararası hukuktan doğan anlaşmazlıkların çözümü hususunda temel aktörlerden biri olan Uluslararası Adalet Divanı (UAD)’nın, 22 Temmuz 2010’da açıkladığı Kosova’nın bağımsızlığının uluslararası hukuku ihlal etmediğine yönelik danışma görüşü niteliğindeki hukuki kanaati, gerek taraflar gerekse dünya kamuoyu için yeni tartışmalara kapı aralamıştır. Zira, bu karar Kosova açısından daha fazla ülke tarafından tanınmasını sağlama ve devlet inşa sürecini hızlandırma gibi olumlu sonuçlar doğurabileceği gibi, dünyadaki farklı bölgelerdeki etnik temelli ayrılıkçı hareketler tarafından örnek gösterilmeye başlanacağı tedirginliğini de yaratmıştır.
Kararı olumlu bir gelişme olarak değerlendiren Türkiye, nasıl ki Şubat 2008’de Kosova’nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkelerden biri olduysa, konuyla ilgili memnuniyetini ifade etmekte de gecikmemiştir. Diğer taraftan, Kosova’nın bağımsızlığı örnek gösterilerek KKTC cephesinde bir açılım sağlanıp sağlanamayacağı tartışmaları Türkiye gündemine taşınmıştır.
Kosova Sorunu ile Kıbrıs Meselesinin Karşılaştırılması
Kosova’nın bağımsızlığı meselesinin Türkiye açısından önemli bir boyutunu Kıbrıs ile benzerliği oluşturmaktadır. Bilindiği üzere, Kıbrıs’ı Yunanistan’la birleştirmeyi amaçlayan tarihi ENOSİS’i gerçekleştirmek üzere 15 Temmuz 1974’te Nikos Sampson Kıbrıs’ta darbe ile yönetimi ele geçirmiştir. Bunun üzerine Türkiye, 20 Temmuz’da askeri bir harekat düzenleyerek adanın kuzeyini kontrolü altına almış; ilerleyen süreçte Kıbrıslı Türkler 1983’te BM’nin kendi kaderini tayin etme (self-determinasyon) hakkını kullanarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Ancak bugün bağımsızlığının üzerinden 27 yıl geçmesine rağmen KKTC, Türkiye dışında hiçbir ülke tarafından tanınmamış; diplomatik ilişki kuramamıştır.
Kosova ile karşılaştırıldığında ise birçok benzerlik söz konusudur. Öncelikle 1960 yılında bağımsızlığını kazanan Kıbrıs Cumhuriyeti içerisinde Kıbrıslı Türkler, anayasaya göre ülkenin kurucu unsurlarından biri kabul edilmiş; Cumhurbaşkanlığı yardımcılığına kadar ciddi kamu görevlerinde bulunabilme, Türk tarafının onayı alınmadan kanun çıkartamama; parlamentoda %30’luk bir temsile sahip olma gibi haklarla donatılmıştı. Ayrıca Türkçe resmi dillerden biri olarak kabul edilmişti. Fakat 1963 yılına gelindiğinde Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios Türklerin haklarını kısıtlayan 13 maddelik bir yasa değişikliği önermiş; ilerleyen süreçte Rumlar tarafından adadaki Türklere yönelik tedhiş hareketleri başlatılmıştır. Yugoslavya içerisinde Arnavut nüfusun yoğunlukta yaşadığı Kosova bölgesi de benzer şekilde 1946-1989 arası dönemde geniş yetkilerle donatılmıştır. 1974 anayasası ile Yugoslavya Federasyonu’nun kurucu unsurlarından biri olarak kabul edilmiş; özerk bölge statüsü verilmiş; federal mecliste doğrudan temsil edilmiş; Arnavutça, Sırpça ve Türkçe resmi diller olarak kabul edilmiştir. Ancak 4 Mayıs 1980’de Tito’nun ölmesiyle, Sırp milliyetçiliğini sömürerek kısa sürede ulusal lider haline gelen Miloseviç, 1989’da iktidara geldiğinde ilk icraatı 1974 anayasasını değiştirmek ve Kosova’nın özerklik statüsünü kaldırmak olmuştur. Ardından ülkede giderek artan tansiyon Sırpların baskısı ve askeri müdahalesi ile önlenmeye çalışılmıştır. Yugoslavya’nın parçalanmasını tetikleyen bu süreç, bölgeyi de 1990’lar boyunca sürecek olan kanlı savaşlara sürüklemiştir. Uluslararası toplumun müdahalesi ile çatışmalar durdurulmuş, 2000’li yıllara gelindiğinde bölgeye görece bir istikrar hakim olmuştur.
Dolayısıyla, hem Kıbrıslı Türkler hem de Kosovalı Arnavutlar uğradıkları haksızlıktan ve zulümden dışarıdan bir gücün müdahalesi ile kurtulmuştur. Her ikisi için de benzer süreçlerden geçip kendi kaderini tayin hakkını kullanarak kurdukları bağımsız devletler söz konusudur. Ayrıca altı çizilmelidir ki Türkiye’nin adaya müdahalesi 1959 tarihli Anlaşmalardan doğan garantörlük hakkı çerçevesinde hukuka uygun olarak gerçekleşmiştir. Oysa bunun aksine uluslararası kamuoyunda bu durum işgal olarak yansıtılmaktadır[1]. Bu işgal algısının altyapısını oluşturan ve Kıbrıslı Türklerin bağımsızlık kararının hemen ardından BM Güvenlik Konseyinden çıkartılmış olan 1983 ve 1984 tarihli kararlar özü itibariyle siyasi olmakla birlikte, dünya ülkerinin soruna bakışındaki paradigmaları belirleyen temel unsurlar olmuştur. Bu kapsamda değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Kıbrıs’taki durumu realist güç politikaları eksenine oturtulmuştur.
Sonuç İtibariyle...
UAD’nın Kosova’nın bağımsızlığına ilişkin açıkladığı danışma görüşü, onu ilk tanıyan ülkelerden biri olan Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. 1990’ların başından itibaren Balkanlarda yaşanan gelişmeler, Türkiye tarafından yakından takip edilmiştir. Bulgaristan Türklerine yapılan baskılar, Bosna Savaşı, Makedonya sorunu gibi tüm meselelerde Türkiye aktif bir tavır sergilemiş ve yeri geldiğinde tereddüt etmeden girişimlerini başlatmıştır. Balkanlarda her zaman istikrar ve barışın savunucusu olan Türkiye’nin Kosova sorununa yaklaşımı da bu doğrultuda daha temkinli olmuştur.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Kosova’nın durumu ile Kıbrıs sorunu arasında ciddi benzerliklerin sıralanması mümkündür. Fakat bu durumun örnek teşkil edip etmeyeceği hususunda, altının çizilmesi gereken nokta UAD’nin söz konusu kararının içeriğidir. Zira, UAD ne bağımsızlık deklarasyonunun hukuki sonuçlarını; ne Kosova’nın devlet olma kriterlerini karşılayıp karşılamadığını; ne bugüne kadar Kosova’yı bağımsız bir devlet olarak tanıyan ülkelerin bu beyanlarının geçerliliğini; ne de bağımsızlık deklarasyonunun devlet oluşumuna yol açıp açmadığını incelemiştir [2]. Bu noktada, ilk olarak kendisine yöneltilen “Kosova Özyönetiminin Geçici Organları tarafından gerçekleştirilen tek taraflı bağımsızlık ilanı uluslararası hukuka uygun mudur?” sorusunun kapsam ve anlamına açıklık getirerek, görüş beyan etmeyeceği bu hususları tek tek saymıştır. Dolayısıyla, öncelikle sunacağı görüşün sınırlarını tayin etmiş, ardından sadece soruya cevap vererek bağımsızlık kararının genel uluslararası hukuku, 1244 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararını ve müteakkip kararları ihlal etmediği sonucuna varmıştır. Başka bir ifadeyle, UAD herhangi bir bağımsızlık ilanının meşru ve yasal sayılabileceği bir hukuki çerçeve çizmemiştir. Dolayısıyla, denilebilir ki Kosova’nın ne Kıbrıs açısından ne de dünyanın başka bölgelerindeki ayrılıkçı hareketler tarafından emsal gösterilmesi sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Zira yukarıda ifade edildiği gibi, meselenin ciddi anlamda siyaset ve güç politikalarıyla da ilişkili olduğu akıllardan çıkartılmamalıdır.
Muzaffer Vatansever
USAK AB Araştırmaları Merkezi
_________
Not: Bu yazı ilk olarak USAK AB Araştırmaları Merkezi Aylık Bülteni, Gündem Avrupa Ağustos’10 sayısında yayınlanmıştır.
1- Konuyla ilgili bkz: USAK, “Kıbrıs Sorununa Alternatif Yaklaşımlar: Çok Bileşenli Adım Modeli”, USAK Raporları No: 08-02, Nisan 2008.
2- Karar metni için bkz: International Court of Justice resmi web sitesi (www.icj-cij.org) içerisinde “Kosovo Proceedings”. Ayrıca karar metninin Türkçe analizi için bkz: Ceren Mutuş & Muzaffer Vatansever, “Kosova’nın Bağımsızlığı Yeniden Müzakereye Açılabilir mi?”, USAK Bilgi Notu, Temmuz 2010.