Michel Foucault'da söylem ve iktidar

Michel Foucault'da söylem ve iktidar

Foucault şüphesiz ki, düşünce tarihine kendine özgü sorunsallaştırma tekniği ile yeni bir iktidar anlayışı sunmuş ve iktidara ilişkin yeni bakış açısı geliştirmiştir.

 Bu çalışma, Foucault  hakkında Gülay Özdemir Akgündüz * tarafından kaleme alınmış "Foucault'da İktidar ve Beden İlişkisi " (1) başlıklı makale ile Yrd.Doç.Dr.Cevriye Demir Güneş** tarafından kaleme alınmış "Michel Foucault'da Söylem ve İktidar" (2) makalelerinin karşılaştırılması,tartışılması ve iki makalenin sentezinin yapılarak Foucault'da merkezsizliğini ve belirsizliğini koruyan iktidar kavramının söylem ve beden üzerinden kurulumunun yeni bir bakış açısı ile ele alınmasını amaçlamaktadır.

Foucault'nun sorunsallaştırma ve soykütüksel / kökensel araştırma  üzerine kurulu felsefesinin sorunsallaştırılmış kavramları olan "söylem", "özne","bilgi" ve "iktidar" üzerine düşünceleri akademik çevrelerce hala güncelliğini korumaktadır.

Foucault erken döneminde sosyalist düşünceden ve varoluşçu fenomenolojiden edindiği felsefi altyapı ile yapısalcılık ve post-yapısalcılıktan etkilenerek kendi tarzını oluşturmuştur.Foucault, edindiği bu düşünsel altyapı ile araştırma konumuz olan "söylem","özne","bilgi",ve "iktidar" kavramlarının izini sürerek kökenlerine kadar inmeye çalışmıştır.Arkeolojik bir kazıya benzettiği bu düşünüş yöntemini "kökenbilim" olarak adlandırmıştır.Foucault'nun kökenbilimi her şeyi açıkladığını iddia eden şematik bir öğreti değildir.Dolayısıyla bu kavramlar ve sorunsallaştırmaların ucu açıktır ve söylenecek daha çok şey vardır.

Makale iki  bölüm başlığından oluşmaktadır; ilk bölüm söylem ve iktidar, ikinci bölüm ise beden ve iktidar ilişkisine ayrılmıştır.

   Anahtar Terimler : Söylem,iktidar,bilgi,özne,beden,özgürlük,

                                     SÖYLEM VE İKTİDAR İLİŞKİSİ

Güneş, makalesinde Foucault’nun söyleme ilişkin fikirlerini incelerken onun “College de France” da yaptığı “Söylemin Düzeni” adlı açılış konuşmasına (3) atıfta bulunarak giriş yapmaktadır.Foucault anılan konuşmasında :

“Bugün yapmak zorunda olduğum konuşmada ve burada belki de yıllar boyunca yapmak   zorunda kalacağım konuşmalarda, hiç kimseye sezdirmeden eriyip gitmeyi dilerdim. Söze başlamaktansa sözün beni sarıp sarmalaması ve beni her türlü olası başlangıcın çok ötelerine taşımasını isterdim. Konuşacağım sırada, kimliği bulunmayan bir sesin benden epey önce söze başlamış olduğunu fark edivermek ne hoş olurdu: O zaman sözcükleri bağlamak, cümleyi sürdürmek, sanki bir an için askıda tutarak bana işaret etmişçesine yarattığı boşlukların arasına hiç kimsenin fazlaca dikkatini çekmeksizin yerleşivermek yeterdi bana. Böylece başlangıç olmayacaktı ve söylemin kendisinden kaynaklandığı kişi olacak yerde, onun uzayıp gidişinin rastlantısallığında zayıf bir boşluk, olası eriyişindeki bitiş noktası olacaktım. Benim arkamda (çok önceden söze başlamış, söyleyeceğim şeyleri önceden söylemiş) bir sesin şöyle demesini isterdim: “sürdürmek gerek, ben sürdüremiyorum, sürdürmek gerek, sözcükler olduğu sürece onları söylemek gerek, beni buluncaya, beni söyleyinceye dek, onları söylemek gerek – tuhaf çaba, tuhaf hata, sürdürmek gerek, belki de çoktan oldu, belki de çoktan söylediler bana söyleyeceklerini, belki beni öykümün eşiğine dek, öyküme açılan kapının eşiğine dek taşıdılar, eğer kapı açılırsa şaşardım” (Foucault 1993:9).

Güneş, Foucault’nun söyleme ilişkin bu fikirlerinde onun “söylemin dışında kalma arzusunda” olduğunun ve bunun gerekçesinin de, iktidarı elinde tutan ve söylemi belirleyen kurumların alaycı ve bir o kadar da ayinleştirici tutumlarının eleştirisine bağlamaktadır.Evet Foucault,her iktidarın kendi hakikat rejimini kurduğunu bu bağlamda iktidarın bilgiyi,bilginin de iktidarı  ürettiğini belirtmektedir.İktidar kendi hakikat rejimini ayakta tutacak bilgiyi ve bu bilgiyi toplumsal olarak normalleştirecek ve meşrulaştıracak söylemi de üretmek zorundadır.İşte tam da bu noktada  Foucault’nun sorunsallaştırıcı felsefesi toplumun genel kabul görmüş ya da iktidar ve söylem aracılığıyla/baskısıyla kabullendirilmiş söylem ve anlayışlarına karşı bir başkaldırı niteliği taşımakta adeta herşeyi yeni baştan kurma amacı taşımaktadır.Bu anlamda Foucault’un itirazı paradigma dışına çıkarak yapılan bir itirazdır.Foucault  soykütüksel metodu kullanarak iktidar,bilgi,söylem,cinsellik,delilik gibi kavram ve olguların tarihsel izini sürmekte ve onların epistemolojik inşaasına,ontolojik yapısına ve fenomenolojik kökenlerine yönelmektedir Foucault söylemin anlaşılır kılınmasında söylemin tek başına değil de bir birlik halinde ve onu üreten ve sürekli hale getiren iktidar ve kurumların anlaşılmasıyla mümkün olacağını belirtmektedir.Zira Foucault’ya göre söylem iktidar tarafından, birtakım yollarla gücünü,tehlikelerini önlemek belirsizliğini dizginlemek amacıyla hem denetlenmiş, hem ayıklanmış hem de örgütlenmiş ve yeniden paylaştırılmıştır.                                                                                                                                                                                          

Foucault’ya göre söylem iktidar tarafından dışlama usulleri ile üretilmektedir.Bunlardan ilki “yasak”tır.Yasaklar ise daha çok kendini çoğaltan “cinsellik” ve “politik” alanlarda görülmektedir.Yasaklar iktidar tarafından arzu üretiminin aracına dönüşmektedir.Çünkü neyi konuşup konuşmayacağımız veya neyi yapıp yapamayacağımız konusunda konulan yasaklar iktidarın konuşmamıza ve yapmamıza izin verdiği konulara ilişkin bir arzu yönlendirmesi sağlamaktadır.Böylece söylem sadece arzuyu ortaya koymamakta aynı zamanda arzunun nesnesi haline gelmektedir.Yasaklar yoluyla yönlendirilmiş söylem ve arzuları tüketen özne kendisini arzu,eylem ve söylemlerinde özgür olduğu yanılgısına kaptırmaktadır.

İkinci bir dışlama ilkesi “akıllılık-delilik” karşıtlığıdır.Foucault delinin söyleminin geçmişten bu güne diğer insanlarınki gibi yayılma imkanı bulunmayan,söylediklerine hiç itibar edilmeyen hatta söylenmemiş gibi kabul edilen biri olarak görüldüğünü ya da karşıt bir şekilde delinin sözlerine gizli bir hakikati bildirme,gelecekten haber verme gibi güçler yakıştırıldığını hatırlatmaktadır.Foucault’ya göre aklın sessizliği gerekiyorsa sessizliğin teyakkuz halinde bulundurulması yeterlidir.Aklın sessizliği de delinin paylaşımını sürdürmenin başka bir yoludur.

Üçüncü dışlama ilkesi ise “doğruluk-yanlışlık” karşıtlığıdır.Doğru ile yanlış arasındaki paylaşım bir söylem içinde ele alındığında  ne keyfi ne değiştirilebilir ne de kurumsal ve şiddete dayalıdır.Ancak Foucault’ya göre bilme istenci ve onu yönlendiren paylaşım tipi kurumsal olarak baskıcı bir dışlama sistemine dayanmaktadır.Çünkü iktidar yaslandığı söylemi sürdürebilmesi dolayısıyla kendini üretebilmesi için bilme istencimizi de denetlemek ve kontrol altına almak durumundadır.Böylece bireyler söylemin yararlı düzeni içinde yer alarak ona boyun eğerler.Foucault’ya göre doğru söylem,karşısında saygı ve dehşet duyulan,hüküm sürdüğü için uyulması gereken , adaleti bildiren ve herkesin payını dağıtan bir söylemdir.Zaman ilerledikçe, en yüce doğruluk artık söylemin iktidarından çıkmakta,etkin ve adil sözceleme eyleminden,sözcenin kendisine,anlamına,biçimine,nesnesine, başvuru kaynağı ile ilişkisine doğru  yer değiştirmektedir.Dolayısıyla artık doğru söylem iktidarın işleyişinden bağımsızlaşarak kendi özgün konumuna doğru yer değiştirerek iktidarın sahte söylemine meydan okumaktadır.Bilme istencinin özgürleşmesi doğru söylemin doğmasına yol açmaktadır.Foucault’ya göre 16.yüzyılın sonu ve 17.yüzyılın başları itibariyle artık,güncel içeriklerin önüne geçen,gözlemlenebilir,ölçülebilir,sınıflandırılabilir nesnelerin tasarımlarını çizen bir bilme istenci söz konusudur.Bu istenç ise bilen özneyi belirli bir duruma,bakışa ve işleve zorlamaktadır.Bilen özneyi teknik düzeyin istencinin buyruğuna tabi kılmaktadır.Dolayısıyla Foucault’ya göre doğruluk istencinin kurumsal bir taşıyıcı( teknoloji,akademik kurumlar vs) aracılığıyla diğer söylemler üzerinde bir tür baskı uygulama eğilimi taşıdığı açıktır.Örneğin bir doktorun hastası, ya da bir avukatın müvekkili üzerindeki iktidarının kaynağı bilme ve doğruluk istencinin özne üzerindeki görünmez baskısıdır.Bu örnekte tıp ve hukuk bilimi doğruluk istencinin kurumsal taşıyıcılığını yapmaktadır.

Foucault “Özne ve İktidar” adlı eserinde çalışmalarının hedefinin “İktidar fenomenini analiz etmek olmadığı gibi böyle bir analizin temelini atmak” da olmadığını; yapmak istediğinin “ insanların kendi kültürlerinde özneye dönüştürülme kipliklerinin bir tarihini oluşturmak” olduğunu belirtmiştir.(4) makalesinde Foucault’un üç farklı kiplik görünümüne değinen Güneş,bunlardan ilkinde öznenin kendini,pratik alanda konuşan,üreten, emek harcayan olarak,Ikincisinde, kendi içinde ya da başkalarından ayrılmasına işaret eden deli-akıllı,hasta-sağlıklı karşıtlığı türünden,sonuncusunda ise tıpkı kendini cinsellik öznesi olarak tanımayı öğrenmede olduğu gibi bir nesnelleştirme sürecinde göstermekte olduğunu belirtmektedir.Güneş’in özneye dönüştürülme kiplikleri konusundaki tespitleri doğru olmakla birlikte fazla açıklayıcı değildir.Birinci kiplik görünümünde, öznenin kendini pratik alanda konuşan,üreten,emek harcayan bir nesnelleşme sürecinde olmasınının kendisine bilim statüsü kazandırmaya çalışan bir takım söylemsel pratikler olduğu,konuşan öznenin nesneleştirilmesi izleğinde yapılan dilbilim, refah ve ekonomi  analizi yoluyla üreten ve emek harcayan özneyi nesneleştiren ekonomi- politik ve yaşıyor olma olgusunu nesneleştiren doğa tarihi ve biyoloji, bu nesneleştirme kipine en uygun düşen örnekleri oluştururlar.İkinci nesnelleştirme kipi olan deli-akıllı,hasta -sağlıklı karşıtlığı ise Foucault’nun “bölücü pratikler” adını verdiği kipliktir.Son olarak, insanın kendini özneye dönüştürme biçimi bağlamında nesneleştiren bir kip söz konusudur ki bu Foucault’un iktidardan ziyade etiğe yöneldiği bir süreci içermektedir.Güneş,bu üç nesnelleştirme izleğinden hareketle Foucault’nun araştırmalarının genel temasının iktidar değil özne olduğu sonucuna varmıştır. Oysa Foucault, her ne Kadar öznenin nesneleştirme kipleri üzerine çalışmış olsa da yukarıda belirtilen ilk iki kipin analizi dönüp dolaşıp sonunda iktidar temasına ulaşmış, ona eklemlenmek zorunda kalmıştır.

Makalesinin yedinci sayfasında söylem - iktidar ilişkisine değinen Güneş,Foucault’da söylemin salt teorik bir oluşum değil,düzenlenmiş toplumsal bir pratik olarak da ele alındığını dolayısıyla söylemin bilgiyi olduğu kadar iktidarı da ilgilendirmekte olduğunu ve hem bilgiyi hem de iktidarı ürettiğinin altını çizmektedir.Açıktır ki,söylem,bilgi ve iktidar arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur.Foucault söylem ve bilginin doğruluk temellerini sorgular.Doğru olan ve yanlış olanın rasyonellikle olan bağına dair inanca Foucault doğrudan bir saldırıda bulunur. Doğru, sadece söylemsel kurallara, söylemsel oluşumlara uygunluk temelinde ortaya çıkar. Yani, doğru, söylemin bir etkisidir.

Doğruya meşruiyetini kazandırdığı farz edilen rasyonellik bile söylem kurallarına dair bir yapılanışın sonucudur. Dolayısıyla rasyonellik söylem kurallarının içinde yapılanmakta olduğundan rasyonelliğin kendisi de görecelilik kazanmaktadır. Her episteme belli bir söylemsel oluşumun içinde yapılandığından bu söylemsel oluşumun içinde tanımlanan bilimsel bilgiler,disiplinler,bilgi biçimleri belirli bir zaman aralığında belli bir epistemeye göre şekillenir.Bu durumda  episteme bir yönteme değil bir imkanlar alanına atfedilebilir.Ayrıca bilginin özne-nesne arasındaki psişik bir ilişkiye de dayanıyor olması dolayısıyla Foucault özne-nesne temelinde gelişen bilginin temellerinden haklı olarak kuşku duymaktadır.

Güneş, makalesinde Foucault’nun iktidar çözümlemesine yine Foucault’dan atıf yaparak başlamıştır. “Foucault’ya göre iktidar, işleyişi bakımından sadece bireysel ya da kolektif taraflar arasındaki bir ilişki değil; bazılarının başkaları üzerindeki eylem kipi olarak da görülmelidir. İktidar edimde vardır ve rıza göstermeyle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü iktidar ilişkisi doğrudan, aracısız bir şekilde başkaları üzerinde değil, başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunan bir eylem kipidir. İktidar eyleyen öznelerin davranışlarında kışkırtma, teşvik, sınırlama, kolaylaştırma, zorlaştırma gibi etkilere sahiptir, yani iktidar başka eylemler üzerindeki bir eylemler kümesi olarak vardır. İktidarın uygulanması başkalarının eylemleri üzerinden olduğu için, özgürlük kavramı iktidar içinde önemli bir yer teşkil etmektedir. Foucault iktidarın sadece “özgür özneler”üzerinde ve yalnızca onlar “özgür” oldukları sürece uygulanabileceğini dile getirmektedir. Ona göre aralarındaki dışlayıcı ilişki göz önüne alındığında iktidar ile özgürlüğün karşılaşmalarından değil,aralarındaki zorunlu koşuldan, yani özgürlüğün iktidarın uygulanmasının ön koşulu olduğundan söz edilmelidir. Zira iktidarın özünü, istencin boyun eğmeyişi ve özgürlüğün inadı oluşturmaktadır (Foucault 2, 2011: 72-76).”

Burada Foucault’nun iktidarının sadece “iktidar ilişkileri” olarak ele alınmaması gerektiğine ve iktidarın aynı zamanda dolaylı bir edim,bir eylem kipi olarak ele alınması gerektiği belirtilmektedir.Bu anlamda iktidarın eyleyen öznelerin davranışları ve duyguları üzerinde etkileri bulunduğu belirtilerek Foucault’cu iktidarın “mikrofiziği”ne değinilmektedir.Ayrıca iktidarın ancak özgürlüğün olduğu yerde kendini göstereceği belirtilmektedir.Zira özgür olmayan bireylerin iktidarın ayırdında olması söz konusu olamaz.Bir köle köle olduğu sürece iktidarın farkında olamaz ancak ne zaman kaçmaya kalkışırsa ya da efendisine isyan ederse iktidarın farkına ancak o zaman varabilir.Dolayısıyla özgürlük iktidarın uygulanmasının ön koşuludur.Bu anlamda özgürlük ve iktidar birbirinin karşıtı değil tam tersine birbirlerini determine eden varlık koşullarıdır.Yani iktidar özgür özneye gereksinim duyar,özgür özneler ise iktidarı üretirler.

Foucault’ya göre hapishaneler,akıl hastaneleri,fabrikalar ve okullar suçluluk,disiplin,ceza kavramlarının üretildiği mekanlardır.Bu kurumlar aracılığıyla iktidarın toplumsal alanın tümünü gözetlemesi,denetlemesi ve kontrol altına alması sağlanmaktadır.Ayrıca bu kurumlar Foucault’nun sorunsallaştırdığı söylemin taşıyıcılığını yapmaktadırlar.İktidar tarafından üretilen söylem toplumsal olguları tanımlamak ve çözüm üretmek yerine sorunlara yeni şekiller vererek yeni sorunlara neden olmaktadır.Nitekim Foucault’ya göre hapishaneler suçluları ıslah etmek yerine suçu ve suçluluk düşüncesini üretmektedir. 

Foucault’ya göre bilgide iktidarla ilişkisi bakımından ele alındığında masum değildir.Zira bilgi sanılanın aksine özgürleşmeyi engelleyen,disipline etmeyi ve toplumu düzene sokmayı amaçlayan bir iktidar biçimidir.Nitekim bilgi, iktidarın rasyonelliğini ve uygulanmasını sağlamak konusunda bir kavrayış oluşturmaktadır

Güneş,söylem-bilgi ilişkisinden ziyade söylem-dil ilişkisi üzerinde durmuştur.Söylemin dilsel birlikler içinde kendini açığa vurduğunu belirtirken söyleme rasyonellik katan ve onu meşrulaştıran bilgi üzerinde yeterince durmamıştır.Oysa söylemin kendisi bir iktidar olmakla birlikte bu iktidarını bilginin üretilmesi sayesinde oluşturur.Oluşturduğu bu bilginin doğruluk iddiası ise söylem sayesinde üretilir.Dolayısıyla bilgi söylemin dışında ve karşısında değil söylemin üretilebilmesinde bir koşuldur. 

Foucault iktidarı en bilinen anlamı ile hükmetmek kavramına indirgemekten ziyade onu toplumsal yapının bedenine yaymış diğer bir deyimle toplumsalın kılcal damarlarına yaymıştır.İktidarın işlevselliğini,büyük iktidarın köklerini saldığı kadın erkek,aile içi ilişkiler,bilen bilmeyen,öğrenci öğretmen,uzman uzman olmayan gibi mikro alanlardaki ilişkilere borçlu olduğuna işaret etmiştir.Bu iktidar analizini Foucault’nun mikro-makro,yapı-faillik gibi düalizmleri aşma girişiminin bir parçası olarak görebiliriz.Nitekim Foucault’nun çalışmaları  yapısalcılık ve post-yapısalcılık gibi iki temel akımla ilişkilendirilmektedir. Foucault bu bağlamda iktidarı değil “iktidar ilişkileri”ni incelemekte ve iktidarı işlevsel kılan koşullar üzerinde çözümlemeler yaparak iktidarın doğasını kavramaya çalışmaktadır.

                                                  İKTİDAR VE BEDEN İLİŞKİSİ

 Akgündüz,”Foucault’da İktidar ve Beden İlişkisi” isimli makalesinde Foucault’nun “Cinselliğin Tarihi” ve “Hapishanenin Doğuşu” adlı kitapları çerçevesinde konuyu ele alarak öznenin iktidar  ilişkileri tarafından nasıl kurulduğunu ve şekillendirildiğini, söylemsel ve söylemsel olmayan pratiklerle nasıl belirlendiğini ve bilimsel pratikler tarafından nasıl kuşatıldığını tarihsel olarak betimlemeye ve ayrıca politik bir argüman olarak düşünülen bedenin,iktidar ilişkilerinde beden politikası yapıları üzerindeki işleyişini eleştirel olarak incelemeyi amaçlamıştır.

Akgündüz de Güneş gibi makalesine Foucault’nun felsefi yöntemi olan sorunsallaştırma kavramıyla başlamıştır. Güneş,sorunsallaştırma kavramına Foucault’nun verdiği tanıma yada kendisinin bu kavramdan ne anladığına  açıklık getirmemiştir.Akgündüz ise bu kavramı tanımlayarak makalesinin anlaşılırlığını güçlendirmiştir.Akgündüz’e göre  sorunsallaştırma kavramı, belirli bir şeyin, belirli bir çağın kabul ettiği doğru ve yanlışa göre, ahlaki, bilimsel ve siyasi alanda, onu bir düşünce nesnesi haline dönüştüren söylemsel ve söylemsel olmayan pratikler bütününe işaret eder. Akgündüz iktidar ilişkilerinin özneyi kurma sürecini şöyle izah etmektedir:

“Beden genellikle dışlanan ve görmezden gelinen bir olgu olarak görülmüş, dolayısıyla tarihsel süreç içinde bu ilişkiler bazen bedeni bastırma pratikleriyle kontrol etmeye, bazen de ona içkin olan arzuları yüz üstüne çıkararak, bedeni denettim altına almaya çalışmışlardır. Foucault’un incelemeleri sonucunda bedenin öncelikle kilisenin denetimi altına girdiği, daha sonra kapitalizm ve siyasi kurumların modeline dönüştüğü gözlemlenir. Hıristiyan geleneğin bedeni kullanarak bireyleri kontrol altına alması, aydınlanma dönemiyle birlikte ortaya çıkan iktidarın, bu kontrol mekanizmalarını çoğaltarak, beden üzerinde siyaset yapma etkinliğine dönüşmüştür. Böylece Foucault’a göre cinsellik modernizm ile birlikte daha yoğun olarak söylemin nesnesi haline getirilmiştir. Bu şekilde inşa edilen öznenin cinselliği, bilimsel bir söylem olarak sunulmuştur.”

Foucault bedenin öncelikle kilisenin denetimi altına girdiği yönündeki tespiti Hıristiyanlık inancındaki “ilk günah” öğretisiyle doğrudan bağlantılıdır.Çünkü Hıristiyanlık inancına göre insan ilk günahın ürünüdür.Bu nedenle insan bedeni Hıristiyanlık inancında uzun bir dönem günah ve yasak kavramlarıyla dışlanarak istek ve arzular baskı altına alınmıştır.Bedenin istek ve arzularından kaçarak ruhbanca bir yaşamın erdemi ön plana çıkartılmıştır.Hıristiyanlık inancındaki günah çıkarma seanslarındaki itiraflarla Rahiplerin insanları iyiye,güzele ve doğru olana yönlendirmeleri bedenin kilise tarafından denetlendiğinin açık bir pratiğini oluşturmaktadır.Akgündüz’e göre;

“Burada arzunun bedene verdiği o huzur verici hazzı birey, tövbe edip, Tanrı’ya sığınarak gidermeye çalışır. Arzunun egemenliği altındaki birey, onu yadsımak için bedeninde derin bir acı hisseder ve bu acıyı azaltacak tek şey de, korku ve baskıdır. Tanrı’ya sığınarak huzur bulma isteği, bu korku ve baskının sonucudur. Bedensel arzunun ya da fiziksel acının Tanrı’ya sığınılarak inkar edilmesi, aslında bedenin reddi anlamına gelir. Dolayısıyla Hıristiyan özne, bedenden soyutlanmış, ruh yüceliğine kavuşmuş bir öznedir.”

17.Yüzyıldan itibaren bedenin Kilisenin denetiminden çıkması ile birlikte cinselliğin her yerde konuşulmasına izin verilmiştir.Böylece cinsellik denetlenebilir ve yönetilebilir hale getirilerek mevcut sistem içinde yararlı hale dönüştürülebilmiştir.Aydınlanma ile birlikte ortaya çıkan iktidar beden üzerindeki kontrol mekanizmalarını çoğaltarak beden üzerinden siyaset yapma etkinliğine dönüşmüştür.Hümanizmin yeniden doğuşu ile birlikte insan ve bedeni sanatsallaştırılmış ve kutsallaştırılmıştır.Foucault’un mutlak güç yada pastoral iktidar dönemi olarak kavramsallaştırdığı tarihsel dönemde mutlak gücü elinde bulunduran hükümdarın iktidarını öldürme ve fiziki cezalandırma üzerine kurduğunu,ancak modern dönemde disipline edici iktidarın kendisini yaşatmak üzerine kurduğunu belirtir.Bu yeni iktidar biçimi olan disipline edici iktidar insanlara sürekli fiziki cezalar uygulamak yerine onları sürekli gözetim altında tutmaya ve yaşatmaya çalışır.Foucault’ya göre on yedinci yüzyıldan itibaren yaşam üzerindeki iktidar iki biçimde gelişmiştir: Birincisi bedeni makine olarak alır ve bireyi disipline etmek için, beden terbiyesi, yeteneklerin arttırılması, güçlerin açığa çıkarılması ve yararlığı, bireyin etkili ve ekonomik denetim sistemleriyle bütünleşmesini amaçlar. Foucault bunu insan bedeninin anatomi- politikası olarak adlandırır. İkincisi ise 18.yüzyılda iktidar tekniklerinin gelişimi ve nüfus yoğunluğu canlı varlığı mekaniğin etkisinde olan ve biyolojik süreçlerin dayanağını oluşturan bedeni merkez almıştır. Sağlık düzeyi, yaşam süresi, doğum ve ölüm oranlarına odaklanarak, yaşamı kaliteli kılmayı amaçlayan bu iktidara Foucault nüfusun biyo-politikası adını verir.(5)

Yani Biyo-iktidarlar bedenler üzerinden, tek tek bireylerin bedeni üzerinde etkili olur. Biyo-politika da liberalizmin ortaya çıkması ile beraber yine bedenler üzerinden ama tek tek bireylerin bedeni üzerinden değil; Foucault’nun ifadesi ile nüfusların bedeni üzerinde etkili olur.Biyo- politika kapitalizmin gelişmesi için vazgeçilmez bir öğe olmaktadır. Çünkü “Bedenlerin denetimli bir biçimde üretim aygıtına sokulması ve nüfus olaylarının ekonomik süreçlere göre ayarlanması sağlanmıştır.(6) Akgündüz’e göre biyo-politika, yaşamı merkeze alan bir iktidar teknolojisinin sonucu olan normalleştirici bir söylem olarak işler.Biyo-iktidar,”kapatmak”,engellemek ve reddetmekten ziyade yeni itaat yolları geliştirir.Kurumsallaştırılmış denetim mekanizmaları olan tıp,psikiyatri ve psikanaliz  aracılığıyla beden/cinsellik iktidar söyleminin içine dahil edilir. Ayrıca sosyoloji ve kriminoloji gibi disiplinlerin ortaya çıkması yeni güç tekniklerinin gelişimine ve çoğalmasına katkıda bulunmuştur.Bedenin bu şekilde iktidar söylemine katkıda bulunan bilimsel söylem içine dahil edilmesi- ki bu iktidarı rasyonelleştirmektedir - güç ve kontrolü insanların gündelik hayatına taşımış ve yaymıştır.Böylece gündelik yaşamın belirli pratikleri,alışkanlıkları ve rutinleri normalleştirilirken bu normalleştirme standartlarının dışına çıkan insanlar dışlanarak sapmalar ve sapkınlıklar yaratılmıştır.

 Akgündüz,19.yüzyılda gelişen bu yeni iktidarın tüm söylemlerinin cinsellik üzerine olduğunu, bunun nedeninin ise bedenin kullanılan bir nesneye dönüştürmek olduğunu  belirtir. Cinselliğin Tarihi’nde, Foucault yine kilit önemde bir şey söyler :

“Cinsellik, tarihsel bir tertibata verilebilecek addır : Üzerinde güç işlere girilecek hasır altındaki gerçeklik değil, bedenlerin uyarlanmasının, hazların yoğunlaştırılmasının, söyleme kışkırtmanın, bilgilerin oluşumunun, denetim ve direnmelerin güçlenmesinin bazı önemli bilgi ve iktidar stratejilerine göre birbirlerine eklemlendiği büyük ve görünür bir şebekedir o.”(7)

Alıntıladığım bu yazıdan da anlaşılacağı üzere Foucault  iktidarın cinsellik dolayımıyla işleyişini analiz ederek klasik yaklaşımlardan çok farklı olgularla iktidarın izini sürer.Klasik dönem boyunca cinselliğin bastırıldığını,cinselliğin bir tür suskunluk yasasına tabi kılındığı varsayımını reddeden Foucault işlerin tam da böyle olmadığını hatta Hıristiyanlığın kilise öğretisi ve uygulamasında bile cinselliğe dair baskı ve sansürden çok bir bilme işleminin devreye sokulduğunu iddia eder. İtiraf, günah çıkarma gibi yapıların bu bağlamda bu işlevi yüklendiklerini anlatır. Cinselliğin bastırıldığı ve sansür edildiği varsayımı Foucault açısından iktidar mekanizmaları için verimli bir alan sunmaz.Zira iktidar direncin ve özgürlük inadının olduğu düzeylerde işlemektedir. Dolayısıyla iktidar cinsellik dolayımından nüfusa ve yaşama ulaşarak cinsellikle ilgili söylemi kışkırtmıştır. Bu kışkırtma ve söylem bir cinsellik bilgisi oluşturmuştur.Bu bilgi sayesinde  cinselliğin düzeni hem amaca uyarlanmış hem de toplum ekonomik ve siyasal düzenin ihtiyaçlarına uygun bir yaşam örgütlenmesine göre dizayn edilmiştir.

Akgündüz,Foucault’nun biyo-iktidar dediği sistemin,modern toplumlarda yaşamı daha yaşanılır hale dönüştürdüğünü belirterek kısmen olumlamaktadır.Diğer taraftan bu iktidar biçiminin yaşama dair bütün olguları kategorize edip,düzene soktuğunu ve bireyleri bu düzen temelinde normal-anormal ayrımı uyarınca ıslah ettiğini ancak bu mutluluğun güvencesinin iktidarın belirlediği bir yaşam tarzı ile mümkün olduğunu belirtmektedir.Böylece Akgündüz, Foucault’nun öznenin merkezden uzaklaşarak nesnelleşmesi ve nihayetinde yok oluşu fikriyle buluşmaktadır.                                                                                                                                                                                                       Bireyler iktidarın belirlediği bu yaşam tarzına ilişkin söyleme dahil olarak kendi denetimlerini kendileri sağladıkları,yaşamlarının belirleyicisi oldukları hissine kapılırlar yani kendilerinin özgür olduğu sanısına kapılırlar.Öznelliklerinin iktidarca nesnelleştirildiğinin farkına varamazlar.Böylece iktidarın nüfus üzerindeki etkisi,görünmez bir etki altında gerçekleşmiş ve beden tahrip olmuştur.Kısacası insan bedenleşmiş, beden ise insanlaşmıştır.

Akgündüz,Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” isimli yapıtına atıfta bulunarak beden üzerindeki iktidarın baskıcı iktidardan disipline edici iktidara geçişine değinmektedir. Modern öncesi dönemde baskıcı cezalandırma sistemine değinen Akgündüz,bu dönemde suçluların bedenine uygulanan işkencelerin suçlunun bedenini işlediği suçun sembolik olarak düzeltilmesinin gösterir şekilde damgalandığını ancak 19.yüzyılda işkenceye dayalı ceza uygulamasının yerini,disipline dayalı ceza sisteminin aldığını belirtmektedir.Böylece disipline edici iktidar tarafından beden cezalandırılabilir bir nesne olmaktan çıkarak uysallaştırılabilir bir nesneye dönüşmüş ve hapishane tımarhane,karantina ve hastane gibi yerlerde düzene konulabilir olarak düşünülmüştür.Bu yeni iktidarın disipline dayalı ceza anlayışı,cezanın odağını bedenden zihne ve ruha kaydırmıştır.

Akgündüz’ün yukarıdaki değerlendirmesine ilave olarak gerçekten de modern öncesi dönemde beden cezalandırmada önemli bir yer tutmuştur.Hükümranlar kendi iktidarlarını ve güçlerinin görünürlülüğünü doğrudan beden üzerinden göstermeye çalışırlardı.Özellikle verilen cezalar halkın seyretmesine imkan verecek mekanlarda gerçekleşmekteydi.Kişinin yaşam hakkı iktidarın kendi varlığı için, gerektiğinde elinden alınabilecek bir hak olarak görülmekteydi.Kısacası hükümranın iktidarı yaşam ve öldürme üzerine kuruluydu. Modern dönemde ise bedenin ortadan kaldırılması amacı yerini, iktidarların varlığı için  disipline edilmesi ve yaşatılması gerektiği düşüncesine bırakmıştır.Nitekim Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” adlı çalışmasında, cezalandırma sistemimin nasıl değiştiğinin ve modern iktidar anlayışını kendinden önceki iktidar anlayışından farklılaştıran temel öğelerin neler olduğunun uzun analizi yapar.

Foucault disipline edici iktidar söyleminin gerçekleştiği yer olan hapishanelerdeki iktidar teknolojilerinin ilki olan Bentham’ın Panoptikon hapishane mimarisinden etkilenerek Panoptikon’u örnek gösterir.  Bentham’ın Panoptikonu şu ilkelere dayanmaktadır;

“Çevrede halka halinde bir bina, merkezde bir kule; bu kulenin halkanın iç cephesine bakan geniş pencereleri vardır. Çevre bina hücrelere bölünmüştür; bunlardan her biri binanın tüm kalınlığını kat etmektedir. Bunların biri içeri bakan ve kuleninkilere karşı gelen, diğer de dışarı bakan ve ışığın hücreye girmesine olanak veren ikişer pencereleri vardır. Bu durumda merkezi kulede tek bir gözetmen ve her bir hücreye tek bir deli, bir hasta, bir mahkûm, bir işçi veya bir ilkokul çocuğu kapatmak yeterlidir.Geriden gelenışık sayesinde, çevre binaların içindeki küçük siluetleri olduğu gibi kavramak mümkündür. Ne kadar kafes varsa, o kadar küçük tiyatro vardır, bu tiyatrolarda her oyuncu tek başınadır, tamamen bireyselleşmiştir ve sürekli olarak görülebilir durumdadır. Görülmeden gözetim altında tutmaya olanak veren düzenleme, sürekli görmeye ve hemen tanımaya olanak veren mekânsal birimler oluşturmaktadır. Sonuç olarak, hücre ilkesi tersine döndürülmekte veya daha doğrusu onun üç işlevi –kapatmak, ışıktan yoksun bırakmak ve saklamak- ters yüz edilmektedir; bunlardan yalnızca birincisi korunmakta ve diğer ikisi kaldırılmaktadır. Tam ışık altında olma ve bir gözetmenin bakışı, aslında koruyucu olan karanlıktan daha fazla yakalayıcıdır .”(8)

 J.Bentham’dan ödünç aldığı  Panoptikon  metaforunu modern toplumun gözetleme tekniğine uyarlayan Foucault “Panoptizm toplumu’ çözümlemesi yaparak gözetlemeye dayalı iktidar biçimini açıklar.Foucault’ya göre görünürlülük bir tuzaktır. Panoptikon’da mahkûm, görülmekte ama görememektedir. Bir bilginin nesnesidir ancak bir iletişimin öznesi olamamaktadır. Panoptikon’un asıl etkisi de buradan kaynaklanmaktadır. Tutukluda iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görünebilirlik hissi oluşturulmaya  çalışılmaktadır.Böylece onda istendik davranışlar meydana getirilmektedir. Foucault’ya göre, iktidarlar geliştirdikleri göz tekniği ile bireyleri ve onların bedenlerini kontrol altında tutar ve disipline eder.

Akgündüz makalesinin son kısmında gözetleme ve denetlemeye dayalı iktidar karşısında etik öznenin varoluşunu sorunsallaştırıyor.Etik öznenin olması gereken varoluş biçimi hakkında şu görüşleri benim açımdan önem taşıyor :

“Etik özne, ötekilerin özgürlüğünü karşılıklı tanımaya dayalı bir tutumu gerektirir. Ancak böyle bir tutum, ötekinin özgürlüğünün açımlanmasına olanak sağlayan ve eylemlerinin sorumluluğunu tüm insanlara yönelik olarak üstlenen bir farkındalık içerdiği için, birlikteliği sağlamaya çalışan söylemlerden kaçınamaz. Ama önemli olan, bu söylemlerin özne üzerinde zorlayıcı yaptırımda bulunmaması ve özneyi ikna yoluyla dönüştürmeye çalışmasıdır.”

Akgündüz,etik öznenin varoluş koşulu olan özgürlüğün karşılıklılık gerektiren bir tutum olduğunu bu nedenle birlikteliği sağlamaya dönük söylemler içermesinin normal olduğunu ,önemli olan şeyin bu özgürlük söylemlerinin bir iktidar söylemine dönüşüp özne üzerinde zorlayıcı bir yaptırıma dönüşmemesi gerektiğini belirterek öznenin Foucault’nun iktidar teknolojileri olarak nitelendirdiği sofistike yöntemlerle değil de ikna yoluyla dönüştürülmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Akgündüz’ün etik özne ile ilgili bu görüşlerine gerçekten katılmamak mümkün değil.Özellikle günümüz modern iktidarları bağlamında düşündüğümüzde etik öznenin varoluş koşulu olan özgürlük söyleminin gerek söylemsel gerekse de söylemsel olmayan pratiklerle önceden belirlendiği görülmektedir.Önceden belirlenen normlara uygun inşa edilen özne anlayışı öznenin kendiliğindeliği ve özgürlüğüyle çelişmektedir.Dolayısıyla özne iktidarın söylemiyle inşa edilen bir özgürlük anlayışı içinde ve özgür olduğu yanılsamasıyla istendik bir özgürlüğü yaşamaktadır.İktidarın özgürlük söyleminin dışına çıkan özne ise yadsınmaktadır.

SONUÇ

Foucault şüphesiz ki, düşünce tarihine kendine özgü sorunsallaştırma tekniği ile yeni bir iktidar anlayışı sunmuş ve iktidara ilişkin yeni bakış açısı geliştirmiştir. Bu bakış açısı, iktidarın tanımlanmasının neredeyse imkansız olduğunu savunurken iktidar olgusunu deyim yerinde ise görünmez hale getirmiş,belirsizleştirmiş ve merkezsizleştirmiştir.O, iktidarı tanımlanamayan bir olgu olarak ele almıştır.İktidarı değil “iktidar ilişkilerini” ve “etkilerini” sorgulayarak iktidarı açıklamaya çalışmıştır.Ona göre iktidar karşımıza alabileceğimiz, kendisini somutlayan bir olgu değildir. Foucault, iktidarın var olan ilişkilerin temelinde ortaya çıkan bir olgu olduğunu vurgulamıştır.İktidarı sürekli olarak değişen bir olgu olarak görürken bu değişkenliğin temelini yaşamın değişken ve akıcı doğasına bağlamıştır.Foucault, iktidar olgusunu en küçük sosyal ilişkilerin temeline koyarak deyim yerinde ise onun mikrofiziğini yapmıştır. 

İktidarı değilde iktidarın kendisini üzerine kurduğu ve ürettiği alanlara yönelen Foucault bilgi,söylem,beden,cinsellik ve öznenin iktidar tarafından inşaa edilişinin tarihinin izlerini sürerek soykütüksel araştırmalara yönelmiştir.Kaleme aldığı; “Hapishanenin Doğuşu”,” Cinselliğin Tarihi”,”Deliliğin Tarihi”,”Bilginin Arkeolojisi”,”Kelimeler ve Şeyler”, ”Özne ve İktidar” gibi yapıtlarında Foucault hep görünmeyen/hayalet iktidarı aramıştır.

Çalışmalarında her türlü genelleştirme ve dayatmalardan uzak bir çözümleme yapma,üst anlatı ya da büyük boy teorilerden uzak durma isteğinin varoluşsal gerginliğini yaşamıştır. Foucault,söylemin bir parçası olmadan  ve iktidar haline gelmiş söylem üretmekten kaçınırken belirli bir metot temelinde geliştirmiş olduğu sorunsallaştırıcı bakış açısı nedeniyle  kendisinden sonra Foucaultcu bir  söylemin oluşmasına engel olamamıştır.Dolayısıyla zamanla kendisi de söylemin bir parçası haline gelerek hayatı boyunca mücadele ettiği söylemin kuşatıcılığından kendisini azade kılamamıştır. 

KAYNAKLAR

1. Özdemir Akgündüz,Gülay,Foucault'da İktidar Beden İlişkisi,Akademi Bakış Dergisi Sayı:38 Eylül-Ekim 2013

2. Demir Güneş,Cevriye,Kaygı Uludağ üniversitesi Fen - Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi Sayı : 21 Güz 2013

3.Michel Foucault’nun Düşünce Sistemleri Tarihi Kürsüsü başkanı iken 12 Nisan 1970’de yaptığı açılış konuşması 

4.FOUCAULT, M., Özne ve İktidar –Seçme Yazılar 2-, Ayrıntı Yay. 2000, s.58

5. Michel, Foucault, Cinselliğin Tarihi, s. 102,103

6.FOUCAULT,M. Cinselliğin Tarihi, Çev. Hülya Tufan, Afa Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1993, s. 144

7.FOUCAULT, M. Cinselliğin Tarihi, Ayrıntı Yay,2003,s.81 

8.FOUCAULT,M. 2006, Hapishanenin Doğuşu s. 295–296. 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.