Tarih Felsefesi Üzerine Dersler

Tarih Felsefesi Üzerine Dersler

Tarih felsefesi için aşılması gereken en önemli engel Hegel’dir.

Tıpkı ruhun kılavuzu Merkür gibi, İdea, gerçekliğin içindedir, insanların ve dünyanın lideridir. Bu kılavuzun mantıklı ve gerekli iradesi olan Tin, dünya tarihindeki olayları yönlendirmiş olup hâlâ da yönlendirmektedir. Şimdi amacımız, Ruh’un bahsi geçen rehberlik göreviyle tanışmaktır. (…)

Felsefenin tarih tefekkürüne kattığı tek düşünce, yalın bir Mantık kavramı; Mantık’ın “Dünyanın Hâkimi” olduğu ve dolayısıyla, dünya tarihinin mantıklı bir süreç olduğudur. Bu inanç ve sezgi, bu haliyle tarih alanında bir hipotezden ibarettir. Felsefede ise hipotez değildir. Felsefede, spekülatif bilişin kanıtladığı şekliyle Mantık -ki burada bu terimi kullanmak bize Evrenle ilahi bir varlık arasında kurulan bağı araştırmaksızın yeterli olacaktır- Sonsuz Güç olmakla birlikte; kendi Sonsuz Madde’siyle, aynı zamanda Sonsuz Biçim olarak, hayat verdiği tüm doğal ve ruhsal yaşamın altında yatan ve bu Madde’yi harekete geçiren bir Öz’dür. Bir bakımdan, Mantık tüm gerçekliğe ait varoluşun ve yaşam buluşun içinde yer aldığı ve kendini yarattığı Evren’in özüdür. Diğer bakımdan, Evren’in Sonsuz Enerjisi’dir; zira Mantık gerçekliğin dışında -nerede olduğunu da kimsenin bilmediği- yer alan salt bir niyet, insanoğlunun zihninde yer alan ayrı ve soyut bir şey olmayıp, salt İdeal’den öte bir şey yaratamayacak kadar da kudretsiz değildir.

Eğer Evrensel Tarih çalışmasına başlamak üzereyken Mantık fikri zihinlerimizde hâlâ netlik kazanmamışsa, en azından kesin ve sarsılmaz bir şekilde, Mantık’ın var olduğu, us ve bilinçli istem Dünyası’nın şansa terk edilmediği ve özfarkındalığa sahip İdea’nın ışığında kendini göstermek zorunda olduğu inancına sahip olmamız gerekir. (…)

Ruh’un doğası, onun tam zıddı olan Madde’ye bakılarak anlaşılabilir. Diğer yandan, Madde’nin özü Çekim olduğu için, Ruh’un özünün Özgürlük olduğunu iddia edebiliriz. (…) Madde kendi dışında bir öze sahiptir fakat ruh kendi içinde bir varoluş barındırır. İşte bu, tam olarak Özgürlük’tür. Çünkü eğer bir şeye bağlıysam ve varlığım benim dışımda bir şeye atfediliyorsa, dışsal şeylerden bağımsız olarak var olamam. Aksine, varlığım kendime bağlı olunca özgür olurum. Ruhun varlığının bu kendi kendine yetme durumu, kişinin kendi varlığına dair özbilinçliliğinden başka bir şey değildir. Bilinçlilik konusunda iki şey ayırt edilmelidir: Bunlardan birincisi, biliyor olmam gerçeği; ikincisi ise ne bildiğimdir. Özbilinçlilikte Ruh kendini bildiği için bu ikisi birleşir. Bu, kendi doğasının değerini bilmesine yol açar. Bunu bilmesi ise kendisini gerçekleştirmesini sağlayan bir enerji olur ve potansiyel olarak ne ise, fiilen o olmasına yol açar. Bu soyut tanımlamadan hareketle, Evrensel Tarih’in, Ruh’un kendisinin potansiyel olarak ne olduğunu çözme sürecindeki dışavurumu olduğu söylenebilir. Nasıl tohum ağacın tüm doğasını, meyvelerinin şeklini ve tadını içinde taşıyorsa, Ruh’un ilk zerreleri de aslında Tarih’in tümünü bünyesinde taşır. (…)

Dünya Tarihi, Özgürlük bilincinin gelişiminden başka bir şey değildir. Bu gelişim doğasının gerektirdiği bir durumdur ve bizim görevimiz de bunu incelemektir.

Özgürlük bilinçliliğinin çeşitli aşamalarına dair yukarda verilen açıklama -ki en başta biz her insanın (insan olan insanların) mutlak olarak özgür olduğunu biliyorken, Doğulu ulusların sadece bir kişinin, Yunan ve Roma Dünyası’nın ise sadece bazılarının özgür olduğunu düşünmeleri gerçeğinde bunu görebiliriz- bizi Evrensel Tarih’in doğal bölünmesi hakkında bilgilendirir ve bize nasıl tartışılması gerektiğine dair fikir verir.

***

[Tarihteki önemli insanların belli amaçları] Dünya Ruhu’nun (Weltgeist) istekleri olan önemli konuları da kapsar. Bu kişiler, uğraş ve amaçlarını mevcut düzenin onayladığı, sakin ve düzenli bir gidişattan değil, duyularla algılanabilen bir varlığa sahip olmayan gizli bir kaynaktan aldıkları ölçüde Kahraman olarak adlandırılabilir. Bu kaynaktan gelen ve yüzeyin altında saklanmış olan iç Ruh, dış dünyayı bir kabuğu kırar gibi parçalara ayırır. Çünkü söz konusu kabuğa ait olandan başka bir öz vardır. Dolayısıyla bu kişiler, yaşamlarının itici gücünü kendilerinden alan ve eylemleri ile bir durum ve -sadece onların ilgi alanları ve işleri gibi gözüken- bir tarihsel ilişkiler kompleksi üreten insanlardır.

Bu bireyler kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırken açığa çıkardıkları genel İdea’nın hiç bilincinde değildi. Aksine, pratik ve politik insanlardı. Ama aynı zamanda, düşünen, zamanın gerekliliklerine vâkıf insanlardı. Gelişimi olgunlaştıran da buydu.

Şu da anlaşılmalıdır ki, insan sahip olduğu bütün değere, yani bütün ruhsal gerçekliğe, sadece Devlet sayesinde sahip olabilir. Ruhsal gerçekliği buna bağlı olduğu içindir ki, kendi özü, Mantık, onun için nesnel bir şekilde mevcut ve ona göre doğrudan nesnel bir varlığa sahiptir. Bu yüzden insan tamamen bilinçlidir; bu sebeple adil ve ahlaklı, sosyal ve siyasi bir hayatın ahlaki yapısında yer alır. Çünkü Hakikat, evrensel ve öznel İrade’nin birleşimidir ve Evrensel olan, Devlet’te, kanunlarında, evrensel ve mantıklı düzenlemelerinde bulunabilir. Devlet, Dünya’da var olan Tanrısal İdea’dır. Dolayısıyla Devlet’te, Tarih’in amacını öncekinden daha belirli bir şekilde bulabiliriz; ki onda Özgürlük nesnellik elde eder ve bu nesnelliğin zevkine vararak yaşar. Çünkü Kanun Ruh’un nesnelliğidir; iradenin gerçek biçimidir. Sadece Kanu’na itaat eden irade özgürdür; çünkü kendine itaat etmiş olur, bağımsız ve bundan dolayı özgür olur. Devletimiz yada ülkemiz bir varlık topluluğu oluşturduğunda ve insanın öznel iradesi kanunlara uyduğunda, Özgürlük ve Gereklilik arasındaki karşıtlık ortadan kalkar. Nesnelerin özü ve gerçekliği olduğundan, Rasyonel olanın zorunlu bir varoluşu vardır ve bizler bunu kanun olarak kabul etmekte ve -varlığımızın özü olarak- takip etmekte özgürüzdür. Böylelikle nesnel ve öznel irade uzlaşır, özdeş ve homojen bir bütün oluşturur. Devlet’in ahlakı (Sittlichkeit), kişinin kendi kanaatinde hüküm süren etik (moralische) ve düşünce mahsulü türden olmadığı için, etik modern zamana özgüyken, gerçek antik ahlaklılık kişinin (genellikle devlete karşı olan) görevine sadık olması ilkesine dayanmaktadır. (…)

Devlet Fikri’nin tam anlamıyla gelişmesi Hukuk Felsefesi ile olmuştur; ancak zamanımızdaki teorilerde, yerleşmiş doğrular olarak kabul edilen ve değişmez önyargı haline gelmiş çeşitli hataların mevcut olduğu gözlemlenmelidir. Bunlardan tarih anlayışımızın hedefiyle ilişkili olanlara öncelik vererek sadece birkaçından bahsedeceğiz.

Karşılaştığımız ilk hata, “Devlet özgürlüğün gerçekleşmesidir” ilkesiyle, insanın doğası gereği özgür olduğu, fakat -karşı koyulamaz bir şekilde içinde yer almaya itildiği- toplumda ya da Devlet’te bu doğal özgürlüğü kısıtlaması gerektiği düşüncesinin çatışmasıdır. (…)

Bireysel iradeye saygı duyulması ilkesinin siyasi özgürlüğün temeli olarak kabul edilmesi, yani Devlet tarafından veya Devlet için siyasi yapının bütün üyelerinin onay vermediği hiçbir şeyin yapılmaması, açık olarak söylemek gerekirse Anayasasız olmamız anlamına gelir.

Devlet hakkında şimdiye kadar ne söylendiğini özetleyecek olursak, onu oluşturan bireyleri harekete geçiren temel ilkeyi Ahlak olarak adlandırabiliriz. Devlet, kanunları, düzenlemeleri üyelerinin haklarını oluşturur; doğal özellikleri, dağları, havası, suları orada yaşayanların ülkesi, anavatanı, ve onların görünürdeki mülkleridir. Bu Devlet’in tarihi, yaptıkları, atalarının ürettiklerinin hepsi bu kişilere aittir ve onların hafızalarında yaşar. Bunların hepsi o kişilerin malı olduğu gibi, o kişilere de bunlar tarafından sahip olunur, çünkü varlıkları ve varoluşları bunlardan oluşmaktadır.

Bu kanunların ve böyle belirlenmiş bir anavatanın benimsenmesi kişilerin iradesinin bir ifadesi iken, kişilerin hayal güçleri bu şekilde sunulan fikirlerle meşguldür. Tek Oluş’u ve tek Halk ruhunu meydana getiren şey bu olgunlaşmış bütünlüktür. Her bir üye bu bütünlüğe aittir; her birim Ulus’unun Oğlu’dur ve aynı zamanda ait olduğu Devlet gelişme geçirdiği derecede Çağ’ının Oğlu’dur. Kimse geride kalmaz, ancak çok azı bunun ötesine geçebilir. Bu ruhani Varlık (yaşanılan Dönemin Ruhu) insanındır; insan onun temsilcisi, Ruh da insanın kökeni ve yaşadığı yerdir. Atinalılar arasında Atina kelimesinin iki tane anlamı vardı: İlk anlamı, bir siyasi kurumlar kompleksi; ikincisi ise Halkın Ruhu’nu ve birliğini yansıtan Tanrıça. (…)

Sıradaki diğer nokta, her bir Ulusal dehanın Evrensel Tarih sürecinde Tek Birey olarak algılanmasıdır. Çünkü tarih tanrısalın sergilenmesidir, Ruh’un en yüce biçimleriyle mutlak gelişimidir, aşamalandırmayla kendi bilincine ve gerçekliğine ulaşır. Bu ilerleme aşamalarının varsaydığı şekiller Tarih’in “Ulusal Ruhlarının” bir özelliği; bu Ruhların ahlaki yaşamlarının, Yönetim, Sanat, Din ve Bilimlerinin kendine has nüshasıdır. Bu aşamaları gerçekleştirmek Dünya-Ruhu’nun sınırsız dürtüsü ve karşı koyulmaz isteğinin hedefidir. Organik elemanlara bölünmesi ve her bir elemanın tam olarak gelişimi onun İdeası’dır. (...)

Tarihte meydana gelen dönüşümler uzun zamandır daha iyiye ve mükemmele doğru bir ilerleme olarak nitelendirilmiştir. Doğa’da gerçekleşen değişimler -ne kadar çeşitli olursa olsun- daima kendini tekrar eden bir döngüden ibarettir. Doğada “güneşin altında yeni bir şey yoktur” ve fenomenlerin şimdiye kadar oynadığı çok biçimli oyunu can sıkıntısı hissi uyandırır. Sadece Ruh alanında gerçekleşen değişimlerde yeni bir şey ortaya çıkar. Akıl dünyasındaki bu hususiyet, insanın durumunda, tüm değişimin tekrardan intikal ettiği her zaman tek ve aynı sabit karakteri -yani daha iyiye yönelik değişim için gerçek kapasiteyi- bulduğumuz doğal nesnelerinkinden tamamen farklı bir kadere, mükemmellik dürtüsüne işaret etmiştir. (…)

Gelişim ilkesi, kendini gerçekleştirmek için çabalayan bir kapasite veya olasılık olan gizli bir tohumun varlığını da gerektirir. Bu biçimsel kavram asıl varlığını tiyatrosu, mülkiyeti ve uygulama alanı olarak Dünya Tarihi’ne sahip olan Ruh’ta bulur.

Ruhun doğası rastlantıların gelişigüzel oyunu ortasında ileri geri atılacak türden değildir, aksine, beklenmedik olaylardan kesinlikle etkilenmeyen ve hatta onları kendi amaçları için uygulayan ve yöneten, nesnelerin mutlak bir belirleyicidir. (…) Gelişim (doğal organizmaların) doğrudan, karşı konulmaz ve engellenemez bir şekilde gerçekleşir. İdea ve onun gerçekleşmesi -orijinal tohumun oluşumu ve ondan kaynaklanan varlığın ona uyum sağlaması- arasında hiçbir rahatsız edici etki müdahale edemez. Fakat Ruh söz konusu olunca durum tamamen başkadır. Onun İdeası’nın gerçekleşmesi bilinçlilik ve irade aracılığıyla sağlanır ve bu beceriler ilk önce temel doğal yaşamlarının içine gömülüdür; çabalarının ilk amacı ve hedefi, sadece doğal kaderlerini gerçekleştirmektir. Ancak buna (doğal kaderin gerçekleşmesine) hayat veren Ruh olduğu için, pek çok çekimden etkilenir ve büyük güç ve ahlaki zenginlik sergiler. Bu yüzden Ruh kendi kendisiyle savaş halindedir ve en güçlü engeli olan kendisini altetmek zorundadır. Doğa’nın alanında gerçekleşen gelişim sakin bir büyümedir; Ruh’un alanındaki ise kendisiyle şiddetli ve güçlü bir çatışma içerisindedir. Ruh’un uğraştığı şey aslında kendi İdeal oluşunu gerçekleştirmektir; ancak böyle yaparak bu hedefi kendi görüşünden saklar ve bu kendine yabancılaşmadan memnuniyet ve gurur duyar.

Bu nedenle, genişlemesi, organik yaşamda olduğu gibi sade bir büyümenin zararsız sakinliğini arz etmemektedir, aksine, kendine karşı olmada isteksiz bir geminin kıçı gibidir. Dahası, sade biçimsel bir gelişim kavramı yerine belli bir sonuca ulaşılmasını ortaya koyar. Başta belirlediğimiz gibi, ulaşılması hedeflenen, bütünlüğüyle ve asıl doğasıyla Ruh’tur, yani Özgürlük.

Daha önce de açıklandığı gibi, Evrensel Tarih, Özgürlüğün bilincinin Ruh tarafından geliştirilmesini ve sonuçta bu Özgürlüğün gerçekleşmesini göstermektedir. Bu gelişim bir derecelendirme -Özgürlüğün İdeası’ndan kaynaklanan, gittikçe artan yeterlilikte bir ifade veya tezahürler dizisi- gerektirir. İdea’nın mantıksal ve -daha belirgin bir şekilde- diyalektik doğası, yani hür iradesi olması, sırayla aştığı ardışık formlarının olması ve bu önceki aşamaları aşma süreciyle olumlu -ve aslında- daha zengin ve daha somut bir şekil kazanması, doğasının bu gerekliliği ve İdea’nın art arda üstlendiği gerekli, saf ve soyut formlar dizisi, Mantık şubesinde sergilenir. Biz burada bu sonuçların sadece birini benimsemeliyiz, yani süreçteki her adımın bir diğerinden farklılık arz ettiğini, kendine has belirli bir ilkesi olduğunu. Tarihte bu ilke, Ruh’un ayrıksılığıdır, kendine özgü Ulusal Deha’dır. Somut bir şekilde görünen ulus ruhunun bilincinin ve iradesinin her yönünü, gerçekleşmesinin tüm devirlerini ifade edişi bu ayrıksılığın sınırlandırmaları dahilindedir.

* Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Tarih Felsefesi Üzerine Dersler, çev. J. Sibree, Londra, H. G. Bohn, 1857, s. 8-11, 18-20, 31, 40-2, 45, 54-8, 66.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.