Doğu Guta ve Halep'in ardından: Muhaliflerin 'altın çağı' bitti mi?

Doğu Guta ve Halep'in ardından: Muhaliflerin 'altın çağı' bitti mi?

Suriye, birçok çıkarın, birçok ajandanın, dolayısıyla birçok güç odağının bulunduğu ve zamanın hızlı aktığı bir coğrafya.

Rasim Rızvan | Mepa News Analiz

Suriye’de yaşanan savaş yedi, Irak’ta Amerikan işgaliyle başlayan savaş ise 15. yılını doldururken, devam eden çatışma atmosferinin her geçen gün -özellikle sosyolojik sonuçlar bağlamında- daha da derinleştiği söylenebilir. Bir yandan büyük askeri ve siyasi gelişmeler yaşanırken, öte yandan bu gelişmelere bağlı olarak uzun vadede doğacak çok daha büyük sonuçların fitili ateşlenmekte. Birçok uzmanın “önümüzdeki 20 yılın ‘teröristleri’ Suriye’den çıkacak” tezi, bu meselenin özeti niteliğinde. Bilhassa son üç yılda, birbiriyle kıyaslanamayacak derecede büyük yaralar alan Suriye ve Irak halkı için geleceğin ne getireceği meçhul.  Gelişmelerin değerlendirmesini yapmak, geleceğe dair bir tahmin yürütmemizi kolaylaştıracaktır.

Son dört yılın tefsiri

Suriye’de patlak veren iç savaş ve Irak’ta ABD güçlerinin çekilmesi, bu iki bölgede İslami  bir yönetim kurmak isteyen cihat gruplarının oldukça büyük kazanımlar elde etmesine yol açtı. Bu süreci farklı şekillerde okumak mümkündür. Sözgelimi bu yıllar kimilerince cihadi cereyanın altın çağı, kimilerine göre bölgesel ölçekte bir güvenlik boşluğu, kimilerine göre ise Batılı güçlerin planının bir parçasıdır. Komplo teorilerinden ve ideolojik saplantılardan uzakta, bu olaylar bölge halklarının genetik kodlarına geri dönüşü olarak da okunabilir.

Ortadoğu’da halklar, geneli itibariyle yaşadıkları topraklardaki devletlerle tam olarak bütünleşememiş, özellikle aşiret yapılarının güçlü olduğu bölgelerde bu durum daha fazla hissedilir olmuştu. Örneğin Irak’ta Saddam devrinin sonrası Sünni halk ve aşiretlerin temsiliyet sorunu ortaya çıktı. Bağdat yönetiminin İran'ın  güdümüne girmesi bu sorunu perçinledi. Suriye’de benzer durumun cari olduğu, ancak sosyal farklılıkların bulunduğunu ifade edebiliriz. Suriye'de 30 yılı aşkın süredir bir azınlık-sınıf rejimi bulunmakta ve bu rejim ülkede Sünni muhaliflerine yönelik (1970-1980’li yıllarda Hama’da olduğu gibi) katliamlar ile tanınagelmektedir. Ancak Şam rejimi ile Sünni elitin arasının Irak’a nazaran çok daha barışık olduğu söylenebilir. Bu doğrultuda, Suriye’de halk ile rejim ayrışmasının daha siyasal nedenlerle açıklanması mümkündür ve bu olgu İslamcı entelektüel düşünce ve siyasi hareketler ile açıklanabilir.

2013 yılı ortalarına gelindiğinde, halk kitlelerinin rejimin yönetiminden duyduğu rahatsızlık, cihadi akımın yükselmesi ve bu akımın metodunun başarılı olabileceğinin düşünülmesine kapı araladı. Bu tarihlerde Irak ve Suriye’de çok geniş alanlar hükümet güçlerinden ele geçirilmiş, öyle ki hükümetler neredeyse yıkılma noktasına gelmiştir. Suriyeli muhalifler bahsedilen dönem(ler)de Esed rejimi güçlerinin önemli kalelerini bir bir ele geçirmektedir ve rejim belli başlı merkezlerden ibaret kalmış, kırsalda hakimiyetini tamamen yitirmiştir. IŞİD öncesi dönemde muhaliflerin Suriye'deki kontrolü yüzde 60'ın üzerinde olarak değerlendirilmektedir. (Bu oran bugünlerde %15 civarıdır)

Ek olarak, Suriye'nin doğusundaki Rakka ve Deyr ez Zor gibi önemli merkezleri, petrol ve doğalgaz yataklarını muhalifler kontrol etmeye başlayarak ciddi bir iktisadi kaynak edinmişlerdir. Yine Rakka gibi bazı illerde rejimin kontrolü tamamen son bulmuştur. Öte yandan Irak’ta da IŞİD (belirli bir tarihten önce Irak İslam Devleti), de facto olarak Sünni güçlerce kontrol edilen birçok bölgeyi net hakimiyetine almış, Bağdat hükümeti elindeki bölgelerde ilerlemeye başlamış, yoğun nüfuslu merkezleri ele geçirmiş ve hükümete bağlı askeri unsurları tamamen işlemez kılmıştır. 

İleriki yıllarda IŞİD ile savaşta mızrakbaşı olacak olan Haşd-i Şabi’nin bu durumun bir sonucu olarak kurulmak zorunda kaldığı bir gerçektir. Bu dönemi takip eden süreçte IŞİD, başkent Bağdat’a ve ülke güneyindeki Şii nüfusun yoğun olduğu alanlara oldukça tehditkar bir biçimde yaklaşmıştır. Bir not olarak düşmek gerekirse, bölgenin dışında da halk hareketleri ve cihat yanlısı akımlar altın çağını yaşamaktadır. Mali, Yemen, Afganistan, Somali, Libya gibi bölgelerde cihat yanlısı silahlı gruplar hakimiyetini artırmakta, Kuzey Afrika ülkeleri başta olmak üzere birçok bölgede taban bulmakta ve silahsız faaliyetler yürütmektedir. Öte yandan Mısır'da demokratik yollarla işbaşına gelmiş İslamcı hükümetin, askeri darbe ile devrilmesi sonrası cihadi grupların popülaritesinin artacağı yönündeki yorumlar artış göstermiştir.

Irak’ta IŞİD’e karşı tutunamayan hükümet güçlerinin yerini alan İran destekli Şii milislerin çatı örgütü Haşd-i Şabi ve ABD’nin çıkar ittifakı ve Suriye’ye yönelik Rusya müdahalesi, cihat gruplarının ‘altın çağının’ sonunun başlangıcı oldu. Gerek muhaliflerin Rusya’nın siyasi ve askeri hamlelerine yeterli cevabı verememesi (yahut bu denli güce sahip olmaması), gerekse IŞİD’in muhalifleri yok etme stratejisi bu durumu hızlandırdı. Bu yazı, mevcut durumun bir tahlili olması hasebiyle bu tarihi sürece dair fazla detaylı bir yaklaşım içermeyecek. İlk olarak Halep ele alınacak.

IŞİD ile muhalifler arasında çatışmaların başladığı tarihten itibaren Halep’te rejimin eli günden güne güçlenmişti. IŞİD önce şehrin doğusundaki Şeyh Neccar’a çekilmiş ve ardından bölgeden tamamen çıkarılmıştı. Gerek siyasi, gerekse askeri sebeplerle Halep’te kayda değer bir saldırı gerçekleştiremeyen muhaliflerin bölgeyi kaybediş süreçleri üç ayrı cephede ele alınabilir. Kuzey ve güney kırsallar ve Halep şehri merkezi.

Güney Halep

Halep'in güney kırsalı Esed rejimi tarafından İran destekli Şii milis grupların kontrolüne bırakılmıştı. Öyle ki buradaki operasyonlar bizzat İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani tarafından yönetildi. Muhalifler El Cebul gölü yakınlarındaki Safira ve Hanasır kasabalarına kadar olan bölgeyi kontrolleri altında tutuyordu. Şii milislerin ilerleyişi ancak 2016 yılının Mart ayı sonlarında El İys tepesi yakınlarında durdurulabildi.
Güney Halep'in Şii milislere bırakılmasının ideolojik-mezhebi bir sebebi vardı. Muhaliflerin kuşatma altında tuttuğu Şii kasabası Fua ve Keferya'ya ulaşma tutkusu, milislerin temel motivasyonunu oluşturdu.

Kuzey Halep

Halep’in kuzey kırsalında ise muhaliflerin can damarlarından biri olan Türkiye ile ikmal yolu, rejimin bölgeye saldırılarını sıklaştırmasıyla kapandı. 

Ankara'nın Kuzey Suriye'de IŞİD'e karşı 'güvenli bölge' oluşturacağı yönündeki açıklamalarının ardından, Nusra Cephesi bu bölgeden çekildi. 'Ortak düşman' IŞİD'e karşı savaş veren Nusra Cephesi, Türkiye ile de facto bir ittifak içinde olmak istemiyordu. Buna laik-demokratik ve NATO'ya üye bir devlet olan Türkiye'nin İslam inancına aykırı bir düzene sahip olduğu iddiası gerekçe gösterildi. 2015 yılının Ağustos ayında Nusra Cephesi çekildi ancak -o dönemde- TSK güvenli bölge kurmadı. Bu durum muhaliflerin zayıflamasına neden olurken, rejimin rahat bir şekilde ilerlemesine de fırsat verdi.

Esed rejimi uzun süredir kuşatma altında olan Şii yerleşimleri Nubul ve Zehra’nın kuşatmasını kırmış, böylece Halep’in kuzeyinden muhaliflerin Türkiye'ye olan sınırını kesmişti. Bunun bir sonucu olarak Azez bölgesindeki muhalifler de gerek IŞİD, gerekse YPG’ye karşı oldukça zor durumda kaldı. Bu tarihten sonra da rejimin bölgeye yığdığı Şii militanların sayısı da, bölgeye yönelik bombardımanların yoğunluğu da arttı.

Halep kuşatma altına alınıyor

Kısa bir süre sonra Esed rejiminin odağı biraz daha güneye, Halep kent merkezindeki muhaliflerin tek ikmal hattı olan Kastillo yoluna kaydı. Halep merkezinden önce kuzeye çıkan, ardından batıya yönelerek merkezi terk eden bu yol, aynı zamanda Halep’in YPG kontrolündeki mahallesi Şeyh Maksud’un ateş kontrolü altındaydı. Bölgede YPG’nin Esed rejimi ile ittifakı neticesinde Kastillo yolunun rejim eline geçmesi Halep’in tamamen kuşatılmasıyla sonuçlandı. Muhaliflerin kent güneyinden kuşatmayı kırma girişimleri de başarısız oldu. Rejim ve Rusya'nın Halep’e yönelik bombardımanı tahammül edilemeyecek raddeye varmıştı. Halep'te yaşanan katliam Türkiye kamuoyunu da bir süre meşgul etti. Türkiye ve Rusya'nın aracılık ettiği anlaşma sonucu, bu bölgedeki bazı savaşçıların Fırat Kalkanı bölgesine geçmesi sağlanacaktı. Ancak bu anlaşmanın dedikodusu dahi savaşçıların silahlarını bırakmasına ve yenilginin hızlanmasına neden oldu.

Muhalifler tahliye anlaşması için rejimle anlaşmak zorunda kaldı.

Halep'ten sonra Doğu Guta

Doğu Guta’daki durumun Halep’ten biraz daha farklı olduğu görülür. Bu farkın birkaç temel sebebi vardır, bunlar şöyle özetlenebilir:

-Güney Suriye’de muhalif grupların arasındaki iletişim ve ortak hareket etme kabiliyetinin ülkenin kuzeyindeki gruplar arasında olandan daha az olması.

-Güney Suriye’de muhalif gruplar arasında düşmanlığa varan ayrışmaların kuzeyden daha belirgin ve şiddetli olması.

-Bölgenin Lübnan’a ve rejim tarafından hususen tahkim edilen başkent Şam’a yakınlığı. Aynı zamanda bölgede Esed rejimi askeri yoğunluğunun üst düzeyde olması.

-Güney Suriye’de zamanla izole hale gelen Doğu Guta, Beyt Cin, Dera’a, Kalemun gibi bölgeler arasında ortak bir güdünün olmaması. Söz gelimi Doğu Guta düşerken Dera’a’dan ciddi bir hamlenin gelmemesi. Öyle ki burada birbirleri arasında birkaç saatlik mesafe bulunan muhalif kontrolündeki bölgelerden bazıları rejimle ateşkese varmakta, bu sayede rejim diğer bölgeye tüm gücüyle odaklanma imkanı bulmaktaydı.

Doğu Guta bölgesi savaşın neredeyse başından bu yana rejim tarafından kuşatma altında kalmıştır. Şam rejiminin askeri odağının tam da ortasında, ordunun ve üslerin merkezi bölgesinde yer alan Doğu Guta, bu doğrultuda bir talih yaşamıştır. Suriye’de kimyasal silah ve yasaklı silah kullanımı gerçeğiyle en yakından yüzleşen bölge, yine bu sebeple Doğu Guta olmuştur. Özellikle 2013 yılının Ağustos ayında rejim tarafından gerçekleştirilen ve 1500’e yakın sivilin bir gecede yaşamını yitirdiği kimyasal silah saldırısı halen hafızalarda tazeliğini korumakta. Esed rejimine yönelik askeri müdahale söylemleri bu tarihten sonra ayyuka çıksa da bu söylemler her zamanki gibi sonuçsuz kalmış, bu da rejimi bölgeye düzenlediği saldırılar konusunda cesaretlendirmiştir. Öyle ki Esed rejimi bölgeye nihai saldırısında fosfor ve napalm bombalarını gündelik olarak kullanmıştır. Bu saldırılarda yanarak can veren sivillerin cesetleri her gün medyada yer almıştır.

Ceyşu'l İslam'ın tekelciliği

Doğu Guta’da, önceden bahsedildiği üzere rejimin ilerleyişine olanak sağlayan en önemli etmen, bölgenin iki ana muhalif grubu olan Feylaku’r Rahman ve Ceyşu’l İslam’ın anlaşmazlığıdır. Doğu Guta’nın doğusunu kontrol eden Ceyşu’l İslam’ın genel tutumu 'tekelci' olmuş, bu da Feylaku’r Rahman başta olmak üzere Heyet Tahriru’ş Şam (önceleri Nusra Cephesi), Ahraru’ş Şam gibi büyük gruplar ve diğer yerel gruplarla aralarını açmıştır. Bölgede özellikle 2016 ve 2017 yıllarının ortalarında yaşanan çatışmalar oldukça kanlı geçmiş, basına yansıyana göre bu iki yılda her iki taraftan toplam 1000’in üzerinde savaşçı çatışmalarda yaşamını yitirmiştir. Bu çatışmalar neticesinde Esed rejimi özellikle bölgenin kuzeybatısında Berze ve Kabun’dan ilerlemiş zaten kuşatılmış olan muhalifleri daha da zor duruma düşürmüştür. Yalnızca 2016 ve 2017 yıllarındaki iç çatışmalar sonrası rejimin ilerleyişi göz önüne alınsa, muhaliflerin iç çatışmalarının yol açtığı durum rahatça görülebilir.

Muhaliflerin geçtiğimiz yıl yaşadığı iç çatışma, aralarında yaşanan son iç çatışma olmuştur. Ceyşu’l İslam ve Tahriru’ş Şam arasında yaşanan çatışmalarda her iki taraf da galebe çalamasa da, sayı ve kuvvet bakımından oldukça az olan Tahriru’ş Şam, Ceyşu’l İslam ile olan sınırı terk ederek Feylaku’r Rahman kontrolündeki Cobar, Ayn Terma gibi bölgelere ve Ahraru’ş Şam’ın etkin olduğu Harasta’ya güçlerini çekmiştir. Bölgede son zamanlarda adını duyuran tek operasyon yine Tahriru’ş Şam tarafından Kabun bölgesinde yapılmış, ancak uzun süren çatışmalar rejimin atış gücü üstünlüğü neticesinde bir sonuç getirmemiş, bir süre sonra da Kabun ve Berze’deki muhalifler rejimle anlaşarak tahliye olmuş, bölgeler düşmüştür. Gelinen noktada Doğu Guta’nın ortasında, Ceyşu’l İslam’ı diğer gruplardan ayıran geniş siperler, duvarlar, kontrol noktaları örülmüş, Doğu Guta kendi içinde ikiye ayrılmış vaziyettedir. Son zamanlarda bu engellerin kaldırılmasına başlansa da artık çok geç olmuştur.

Esed rejimi Deyr ez Zor’da IŞİD’e karşı operasyonlarını bitirdikten sonra İdlib’e yönelimiş, burada da demiryolunun batısını alarak belirlediği askeri takvime devam etmek üzere bölgeden çekilmiştir. Sırada Doğu Guta’nın olduğu ifade ediliyordu, ve rejim Şubat ayında Doğu Guta’ya yönelik hamlesine başladı. Rejimin ve müttefiki Rusya’nın gerek bu savaşta, gerekse içinde bulundukları diğer savaş sahnelerinde iki temel askeri stratejisi vardır. Cephe gerisinde sivil alanların yıpratıcı ve ağır derecede vurulması, ve adam kaybının önemsenmediği cephe hücumları. Yok edilmiş, yanmış bölge olarak Türkçeleştirilebilecek "scorched earth stratejisi" tam olarak budur. Doğu Guta’da da Halep’te olduğu gibi yıllarca fırınları, pazar yerlerini, camileri, hastaneleri, yoğun sivil alanları, okulları özellikle vurarak halkın direnişe yönelik manevi istencini kıran Esed rejimi ve Rusya, cepheden de İran destekli Şii milisleri seferber etmektedir. Son Doğu Guta hücumunda, ABD’nin Musul ve Rakka bombardımanlarında görülen ve Rusya’nın dünyanın tepkisizliğinden de cesaret alarak bölgeye taşıdığı bir ayrıntı görülmüştür: Sivil alanlar üzerine yoğun napalm ve fosfor kullanımı. Bu yoğun bombardıman da Rusya ve Esed rejiminin emellerini başarıya kısa yoldan ulaştıran bir etken olmuştur.

Hızlı ve etkili şekilde ilerleyen rejim önce Doğu Guta’yı -yukarıda zikredilen hattan, muhalifler arasındaki sınırdan- üçe ayırıp, daha sonra kuşatma içinde kuşatmaya maruz kalan bölgeleri daha ağır çekilde vurmaya başladı. Bu bölgeler arasından tahliye için ilk anlaşmaya varan yer, Ahraru’ş Şam’ın etkin olduğu, ve bölge üçe ayrıldıktan sonra kalan en küçük yer olan Harasta oldu. Harasta’nın ardından Feylaku’r Rahman’ın kontrolündeki Zamalka, Arbin, Ayn Terma, Cobar gibi bölgeler de tahliye için anlaştı. Bu iki bölgede sayıları onbinlerle ifade edilen sivil ve silahlı muhalifin tahliyesine Mart ayının sonunda başlandı. Doğu Guta’da muhaliflerin elinde kalan son yer ise Ceyşu’l İslam kontrolündeki Duma'ydı. Doğu Guta’nın en yoğun yerleşimli bölgesi olan Duma'daki Ceyşu’l İslam unsurlarının tahliyesi ise 2 Nisan 2018 itibariyle başladı.

Muhalifler için yaşanan olayları rasyonel bir şekilde tahlil ederek anlamaya çalışmak, bu olayların bir daha yaşanmaması için elzemdir. Ve böylesi bir yıkımdan edinilebilecek tek kazanım da, bu ciddi tecrübe olacaktır. Bu nedenle sürece dair bazı çıkarımlar ve tahliller yapmak gerekir. Yazının devamında, Halep ve Doğu Guta’da mevcut hali bu duruma getiren etmenler ele alınarak kapsamlı bir tahlile çalışılacaktır.

Muhaliflerin parçalı yapısı

Suriye üzerine yorum yapan herkesin belki de eleştiriler listesinde ilk sıraya koyacağı bu durum, gerçekten muhaliflerin gerek siyasi gerek askeri yenilgilerinin başlıca sebebidir. Suriye’de iki, üç, dört ayrı kutup yoktur, grup sayısı kadar farklı kutup vardır.

Özellikle ülkenin güneyindeki bu durum doruğa çıkmış vaziyettedir. Dera’a, Kuneytra, Şam, Doğu Guta başta olmak üzere muhalif grupların birbirlerine karşı tutumu rejimin işini oldukça kolaylaştırmıştır. Esed rejimi “yıkım, aç bırakma ve zorunlu tehcir” politikasını en aktif olarak Şam ve çevresinde kullanmıştır. Burada ve yakınlarında yer alan Derayya, Muadamiye, Arsal, Beyt Cin, Ayn Fica, Yermuk, Doğu Guta gibi birçok bölge ayrı ayrı kuşatılmış ve sonunda hepsi tahliyeye mecbur edilmiştir. Bu noktada dikkat çekilmesi gereken konu, ayrı ayrı kuşatılan bu bölgelerin tamamıyla birbirinden bağımsız hareket etmesidir. Bir mahalle yoğun şekilde vurulurken diğer mahalledeki muhalifler ateşkes imzalayabildiği bu düzlem, esasında bölgede muhalifleri yıkan en ana unsurdur. Bunun en canlı örneği Doğu Guta’ya yönelik son saldırı devam ederken Dera’a’daki muhaliflerin neredeyse hiçbir hamlede bulunmamasıdır. Bölgede ağır silahlı ve çok sayıda mensubu bulunan onlarca muhalif yapıdan ciddi bir adım gelmemiştir. Oysa ki Güney'deki muhaliflerin askeri donanım açısından oldukça kuvvetli olduğu bağımsız analistler tarafından doğrulanmaktadır. Ancak rejimin merkezi olan Şam üzerinde ciddi bir tehdit oluşturamamışlardır. Ürdün istihbaratının muhalif liderler üzerindeki etkisinin, bağımsız bir karar alma mekanizmasının kurulamaması sonucunu doğurduğu ifade edilmektedir.

Avantajın dezavantaja dönüşmesi

2017 başlarında dahi, muhalifler artık “treni kaçırdığı” için rejime karşı ciddi bir şansları kalmamıştı ve çoğu grup tahliye seçeneğini düşünmekteydi. Ancak bu tarihten önce muhaliflerin işbirliği içerisinde Guta içerisinden ve dışarısından yapacağı hamleler, aynı anda birden çok cepheyi tutabilecek kadar askeri mensubu olmayan rejim için felakete dönüşebilirdi. Muhaliflerin en büyük avantajı hareket kabiliyetleri ve müstakil yapıları sebebiyle savaşı birbirinden ayrı birçok cephede verebilme kapasiteleriydi. Rejimin de buna karşı hava saldırılarından başka bir silahı yoktu. Öyle ki IŞİD’e karşı Deyr ez Zor’da saldırılar sürerken rejimin Doğu Guta, Dera’a, İdlib, Halep, Hama, Lazkiye cephelerinde eş zamanlı bir muhalif hücumuna dayanacak kuvveti bulunmuyordu. Ancak muhalifler, bir avantaj olabilecek bu müstakil yapıyı kendileri için bir dezavantaja çevirdi. Bu durum üzerinde Suriye’deki muhalif grupların ciddi şekilde dışa bağımlı olmasının da büyük etkisi bulunuyor. Ürdün, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi birbirinden oldukça farklı ajandalara sahip devletlerce desteklenen farklı muhalif grupların, ortak bir amaçla bir araya gelmeyi başarabilmesi oldukça zor bir durum.

Doğu Guta özelinde muhaliflerin durumu yalnızca parçalanmış olmakla izah edilemez. Ve söylenilmesi gereken bir diğer şey, muhalif grupların kesinlikle uzlaşmaya yer vermeyecek derecede apayrı yol haritalarına sahip olmasıdır. Halep’in tamamen kuşatılması sürecinde ve sonrasında dahi muhalif gruplar ortak bir operasyon odası dahi kuramamıştır. Aynı durum kendini İdlib ve Hama’da da göstermekte ve bu bize ileride neler yaşanacağına dair önemli bir fikir veriyor.

Uluslararası İslami toplumun ihmali

Bilhassa Doğu Guta özelinde bölgedeki muhalif güçlerin yıkımına giden sürecin en önemli sebeplerinden bir diğeri de İslam dünyasının sessizliği olmuştur. Suriye’de savaşın seyri incelenirse İslam dünyasının, muhaliflerin güç kazandığı yıllarda bölgeye olan ilgisi daha sıcakken zamanla bu alaka zayıflamıştır.

Hassaten yaşadığımız son süreçte Müslümanların Doğu Guta meselesinde kendi içlerindeki başarısız bir sınav verdikleri söylenmelidir. Zira bölgede iki ayda yaklaşık 2 bin insan öldürülürken, kamuoyu oluşturacak kadar ciddi bir ses duyulmamış, sivil toplum bu gündeme uzağından dahi temas etmemiştir.

İslami sivil toplumun kimi ülkelerde siyasi-askeri iktidar tarafından bastırılması, kimi ülkelerde de siyasi iktidarlardan bağımsız gündem oluşturamama sorunu da bu sonucun bir nedenidir.

Muhaliflerin siyasi hataları

Yukarıda muhaliflerin parçalanmış yapısı ve bunun getirdiklerine dair ifadeler yer alıyordu. Bu kapsamı açmak ve detaylıca ele almak gerekir, zira tüm iç ve dış etkenler içinde söz konusu duruma yol açan en büyük neden muhaliflerin hatalarıdır. Bu hatalar için muhaliflerin ne derecede ve ne sertlikte suçlanacağı tartışma konusu olsa da, bunları kabul ederek bir tahlil yapmak oldukça önemli.

Başlı başına bir siyasi hata olan birlikte hareket edememe konusu yukarıda ele alındığı için bu kısımda aynı meseleye tekrar değinilmeyecek. Muhalif güçlerin Halep ve Doğu Guta’nın kaybına giden süreçte en büyük strateji hatası, dış yardıma bağlı kalmak ve iç dinamiklerle savaşı sürdürebilecek düzeye erişememek oldu. Muhaliflerin, özellikle 2013 yılı ve sonrasında savaşın daha çok organize harekete ve daha geniş kaynaklara ihtiyaç duyacak bir şekle dönmesiyle dış bağımlılığı artmıştı. Bu da birçok muhalif grubun Suudi Arabistan, Ürdün, Katar ve Türkiye gibi sponsorlar bulmasıyla sonuçlandı. Zamanla Suudi Arabistan ve Ürdün’ün politikasındaki sert değişme, Türkiye’nin sahadaki şartlar nedeniyle strateji değişikliğine giderek sınırlarını ve ulusal güvenliğini korumaya yönelmesi, Katar’ın uygulanan abluka nedeniyle bölgeye olan desteğinde gözle görülür azalma yaşanması gibi durumlar yaşandı. Bu nedenle de ciddi oranda kendisini dış desteklere bağlayan muhalif gruplar ya tamamen desteksiz kaldı, yahut hamlelerini sponsorlarının taleplerine göre şekillendirdi.

Bu yaşananlardan sonra sahada farklı ajandaları, farklı yol haritaları olan muhalif grupların varlığı açıkça anlaşılır oldu. Ve zamanla bölge bu duruma göre şekillendi. Artık muhalif grupların özgün karar alma mekanizmalarından söz edilmesinin mümkün olmadığı ve faaliyetlerinin diğer devletlerin ateşkes temelli planlarına göre şekillendiği bir durum başlamış oldu. Bu doğrultuda muhalifler, Suriye devrimi için stratejik önemi haiz Halep’i ve yaklaşık 1 sene sonra da Doğu Guta’yı kaybetti.

Bu bağlamda, savaşın ilk yıllarında ortaya çıkan tartışmaların cevapları da yaşanılarak görülmüş oldu. “Dış yardım alınmalı mı?” sorunu muhalifler ve Suriye devrimini takip eden kişiler arasında ciddi tartışmalara yol açmıştı. Baskın görüş, böylesi bir savaşın dış yardımlar olmadan kazanılamayacağı yönündeydi. Ancak bölgesel güçlerin sahanın çıkarlarını gözetmemesi gibi bir handikap vardı. Bu durumdan Türkiye başta olmak üzere diğer muhalefet destekçisi ülkeleri sorumlu tutmak hayli abestir. Zira Türkiye’nin ve diğer ülkelerin birinci sırasında elbette kendi ulusal güvenlikleri ve çıkarları gelecektir, bu yadsınamaz. Muhalifler ise çıkarlar arasında dengeli bir siyaset gütmek zorundaydı. Fakat ortak bir irade yoksunluğu bu siyaseti baştan imkansız kıldı.

ABD’nin bölgede ağırlığının azalması

ABD’nin özellikle Trump dönemiyle beraber bölgede ağırlığının azalması, Obama döneminin sonlarına doğru da ilgi ekseninin kuzeydeki PYD/YPG varlığına kayması da mevcut durumu hazırlayan bir sebep oldu. ABD, IŞİD'e karşı savaşan PYD/YPG unsurlarını desteklerken, ülkenin batısında olanlarla pek de ilgilenmiyor gibi görünüyordu. Bu durum Rusya ve rejime için rahat bir hareket alanı kazandırdı. Bu süreçte Batı medyasında Esed Suriye’nin meşru lideri, rejim ordusu Suriye Arap Ordusu, muhalifler de radikal cihat yanlısı isyancılar olarak nitelenmeye başlandı.

Ancak bunun etkilerinin 'dolaylı' olduğunu vurgulamalıyız. Çünkü muhalif grupların ABD’ye olan “bağlılığı” iddiası temelsizdir. Zira kuzey Suriye'de ABD çok küçük bazı muhalif gruplara yardım yapmış, kısa bir süre sonra bu yardımlara Nusra Cephesi tarafından el konmuştur. Öte yandan ABD, müttefiklerine yaptığı yardımların da ezici üstünlük sağlayacak silahlar olmamasına özen göstermiştir. Açıkça söylemek gerekir ki “ılımlısından radikaline” ABD ile yakın ilişki içinde olan neredeyse hiçbir muhalif grup da yoktur. Suriye’de herkes tarafından ana akım mutedil muhalifliğin simgesi kabul edilen Abdulkadir Salih ve Hasan Abbud gibi liderlerin ABD müdahalesine karşı açıklamaları bilinmektedir. Öte yandan çoğu kesim tarafından daha "ılımlı" kabul edilen Ahrar Şarkiyye adlı grubun Çobanbey’de ABD askerlerini kabul etmeyerek Fırat Kalkanı’ndan çekilebileceğini açıklaması halen hafızalardadır. 

Sonuç

Suriye’de “devrimin yeniden başlamasına” gerçekleşmesi çok zor olan bir ihtimal nazarıyla bakılsa da, her ihtimal üzerinde detaylıca düşünmeye ve uygulanabilir stratejiler geliştirmeye değerdir.

Rejim muhalifleri Doğu Guta’dan çıkardı ve ardından Humus kırsalındaki muhalif varlığı da yakın dönemde son bulabilir. Ancak İdlib ve Dera'a bölgesi ise hala potansiyelini korumaktadır. 

Muhalifler, savaşı kazanmak için hala fırsatlarının olduğu düşüncesini korurlarsa amaçlarına ulaşmaları mümkün olabilir. Zira Suriye, birçok çıkarın, birçok ajandanın, dolayısıyla birçok güç odağının bulunduğu ve zamanın hızlı aktığı bir coğrafya. Bu gerçek de ilişkileri çok daha girift, zemini çok daha kaygan ve geleceği çok daha belirsiz kılıyor. Şayet muhalifler, kendi paylarına düşen gereklilikleri yerine getirir ve hamle zamanını beklemeye koyulurlarsa uzun vadede bir zafer kazanma ihtimallerinden söz edilebilir.

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

İlgili Haberler
HABERE YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
1 Yorum