Henry Kissinger

Henry Kissinger

Üç devrim

Üç devrim

Dünya, eşzamanlı yürüyen üç ayrı devrimle yepyeni bir görüntü alacak. Avrupa'daki geleneksel devlet sistemi dönüşüyor; egemenliğin tarihsel kavramlarına yönelik radikal İslamcı bir meydan okuma söz konusu; uluslararası ilişkilerin odak noktası da Pasifik ve Hint Okyanusu'na kayıyor.

Er geç gündeme geleceği tahmin edilen ulusal güvenlik politikası tartışması yeni yeni başlıyor. Esasen taktik meseleler, yeni ABD yönetiminin yüzleşeceği en önemli zorlu soruyu gölgede bırakmış durumda: Dünya çapında eş zamanlı yürüyen üç devrimden nasıl yeni bir uluslararası düzen damıtılabilir?

Söz konusu devrimleri şöyle sıralamak mümkün: Avrupa'daki geleneksel devlet sisteminin dönüşümü; egemenliğin tarihsel kavramlarına yönelik radikal İslamcı meydan okuma; uluslararası ilişkilerin odak noktasının Atlantik'ten Pasifik ve Hint Okyanusları'na kayması. Geleneksel bakış, Avrupa'yla Amerika arasındaki anlaşmazlıkların odağında Başkan Bush'un tek yanlı politikalarından duyulan rahatsızlığın yattığını söylüyor.

Fakat yönetimlerin değişmesinden kısa süre sonra şu görülecektir: Atlantik'in iki yakası arasındaki temel farklılık, Amerika'nın hâlâ geleneksel bir ulus-devlet olması; yani Amerikan halkının, Avrupa'nınkinden çok daha geniş bir ulusal menfaat tarifi uğruna fedakârlıkta bulunma çağrılarına icabet etmesi.

NATO da değişecek İki dünya savaşıyla bitkin düşen Avrupa ulusları, egemenliklerinin önemli veçhelerini AB'ye devretmeyi benimsedi. Fakat ulus-devletle ilgili siyasi bağlılıkların otomatik olarak devredilemediği de görüldü. Avrupa üstesinden gelmeye çalıştığı mazisiyle henüz ulaşmadığı geleceği arasında bir dönüşüm yaşıyor. Bu süreçte Avrupa devletinin tabiatı dönüşüyor. Ulusların artık kendilerini ayrı bir gelecekle tanımlamadığı ve AB'nin uyumunun henüz sınanmadığı göz önüne alındığında, Avrupa hükümetlerinin çoğunun halktan fedakârlık isteme kapasitesi önemli ölçüde azaldı.

Britanya ve Fransa gibi en uzun tarihsel sürekliliğe sahip devletler, uluslararası askeri yükümlülükler üstlenmek konusunda en istekli olanlar. Bu noktada NATO güçlerinin Afganistan'daki kullanımına dair anlaşmazlık örnek gösterilebilir. 11 Eylül'ün hemen sonrasında Kuzey Atlantik Konseyi, ABD'nin talebi olmaksızın harekete geçerek, NATO anlaşmasının karşılıklı desteği öngören 5. maddesini gündeme getirmişti. Fakat ne zaman ki NATO askeri yükümlülükler üstlenme noktasına geldi, ülke içinden gelen baskılar müttefiklerin çoğunu verdikleri asker sayısını kısıtlamaya ve hayati tehlike gerekçesiyle görev alanlarını sınırlandırmaya mecbur bıraktı.

Sonuç olarak NATO çift katmanlı bir sisteme, yani ortak eylem yeteneği genel yükümlülüklerini karşılamayan 'a la kart' bir ittifaka evrilme sürecinde. Zaman içinde iki unsurdan birinin değiştirilmesi gerekecek: Ya genel yükümlülükler yeniden tanımlanacak ya da siyasi yükümlülükler ve askeri kapasitelerin bir tür gönüllülerin ittifakı sistemi yoluyla uyumlu hale getirildiği iki katmanlı bir sistem resmen belirlenecek.

Avrupa'daki devletin geleneksel rolü kıta hükümetlerinin tercihiyle ortadan kaldırılırken, Ortadoğu'daki devletin zayıflayan rolü bu bölgedeki devletlerin kurulma tarzına içkin bir nitelik arz ediyor. Osmanlı'dan bakiye devletler 1. Dünya Savaşı'nın sonunda muzaffer güçlerce kuruldu. Avrupa devletlerinden farklı olarak Ortadoğu devletlerinin sınırları etnik temelleri veya dilsel farklılıkları değil, Avrupalı güçler arasında bölgenin dışında süren rekabetin dengelerini yansıtıyordu. Bugün zaten kırılgan olan bu devlet yapısını tehdit eden güç, Kuran'ın köktendinci bir yorumunu evrensel bir siyasi örgütün temeli kılan radikal İslam.

Cihatçı İslam laik devlet modeline dayalı ulusal egemenliği reddediyor; nüfusun Müslüman inancına bağlılık sergilediği neresi varsa oraya daha fazla ulaşmaya çalışıyor. Ne uluslararası sistem ne de mevcut devletlerin içsel yapıları İslamcıların gözünde meşruiyet taşıdığı için, İslamcı ideoloji güvenliğin ve endüstriyel devletlerin refahının hayati çıkarlara hitap ettiği bir bölgede Batı'nın müzakere veya denge gibi kavramlarına pek imkân bırakmıyor.

Mücadele bölgesel bir salgın niteliğinde; geri çekilme seçeneğimiz yok. Irak gibi tek bir bölgeden çekilebiliriz ama bu yeni cephelerde, muhtemelen daha da dezavantajlı biçimde direnmeye mecbur kalmaktan başta işe yaramayacaktır. Tek taraflı çekilmeyi savunanlar bile, Kaide veya radikalizmin güçlenmesini önlemek için geride dişe dokunur bir güç bırakmaktan dem vuruyor. Bu dönüşümler bir üçüncü gelişmenin arka planında vuku buluyor: Uluslararası ilişkilerin odak noktasının Atlantik'ten Pasifik ve Hint okyanuslarına kayması.

Paradoksal olan şu ki, bu yeni güç dağılımı dünyanın hâlâ geleneksel Avrupa devletlerinin niteliklerini sergileyen ulusların bulunduğu kısmında gerçekleşiyor. Asya'nın büyük devletleri (Çin, Japonya, Hindistan ve zaman içinde muhtemelen Endonezya) birbirlerine, Avrupa'daki güç dengesinin muhatapları birbirlerine nasıl bakıyorsa öyle bakıyorlar: Yani arada bir işbirliğine gittiklerinde bile birbirlerini doğal rakipler olarak görüyorlar. Çin-ABD ilişkisi belirleyici Geçmişte güç dengesindeki bu tür değişimler savaşa yol açardı; tıpkı 19. asrın sonunda Almanya'nın yükselişiyle yaşandığı gibi. Bugün Çin'in yükselişi böyle bir rolü, daha telaşlandırıcı bir yorum eşliğinde üstleniyor.

Çin-Amerika ilişkisinin kaçınılmaz olarak klasik jeopolitik ve rekabetçi unsurları içereceği doğru. Bunlar görmezden gelinmemeli. Fakat dengeleyici unsurlar da söz konusu. Ekonomik ve finansal küreselleşme, çevresel ve enerjiyle ilgili mecburiyetler ve modern silahların yıkıcı gücü... Bütün bunlar bilhassa Amerika'yla Çin arasında küresel işbirliğine yönelik büyük bir çaba gösterilmesini gerektiriyor. Hasmane bir ilişki her iki ülkeyi de Avrupa'nın iki dünya savaşının ardından düştüğü konuma getirir.

Avrupa ülkeleri, güç uğruna birbiriyle çatışıp kendi kendini yıkarken, vardıkları yerde diğer toplumların o güce ulaştığına tanık olmuştu. Daha önceki kuşakların hiçbiri dünyanın ayrı köşelerinde eş zamanlı olarak gerçekleşen farklı devrimlerle başa çıkmak zorunda kalmamıştı. Her derde deva tek bir ilacın peşine düşmek boşuna. Yegâne süpergücün geleneksel ulus-devletin kabiliyetlerinden yana olduğu, Avrupa'nın yarı yolda çakılıp kaldığı, Ortadoğu'nun ulus-devlet modeline uyum gösteremeyip din güdümlü bir devrimle yüz yüze olduğu ve Güney ve Doğu Asla ülkelerinin hâlâ güç dengesini esas aldığı bir dünyada, bu farklı bakış açılarını bağdaştırabilecek uluslararası düzenin niteliği nedir?

Amerika'nınkiyle kıyaslanabilir bir egemenlik kavramını ve Asya'nınkine benzer bir stratejik güç dengesi esasını öne süren Rusya'nın rolü ne olmalı? Mevcut uluslararası örgütler bu meselenin altından kalkabilecek güçte mi? Amerika kendisi ve dünya toplumu için hangi gerçekçi hedefleri önüne koyabilir? 

Büyük ülkelerin içsel dönüşümü ulaşılabilir bir hedef midir? Uyum içinde hangi hedefler için gayret gösterilmelidir ve tek taraflı eyleme geçmeyi meşru kılacak olağanüstü koşullar nelerdir? Belli grupların manşetleri kapmak için çıkardığı yaygaralara odaklanmak yerine, işte böyle bir tartışma yürütmemiz gerekiyor.

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı toplam 5248 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Henry Kissinger Arşivi