Cihadi harekete bir bakış - 5: Yahudi devletinin kuruluşu ve Arap rejimlerinin hezimeti
Yazı dizimizin bir önceki bölümünde İsrail'in dünya sistemine dair konumundan kısa da olsa söz etmiştik.
İsrail'in, 18'inci yüzyıl ve sonrasında güç kazanan, Siyonist kongreleriyle gerçek bir güç odağı halini alan Yahudi tüccar ve siyasilerle bağlantılı olarak kurulduğuna değinmiştik. Ayrıca İsrail'in, Orta Doğu'da "Yeni Dünya Düzeni"nin varlığını sağlayan temel güç olduğunu da kaydetmiştik.
Bu bölümde ise muhtasar olarak, İsrail'in kuruluşundan, bu kuruluşun altında yatan sebep ve süreçlerden bahsetmeye çalışacağız. Ayrıca, İsrail işgaline, buna karşı verilen savaşlara ve yaşanan hezimetlere temas edecek, tüm bunların cihadi hareket açısından ifade ettiği anlamı tartışmaya çalışacağız.
Batılı emperyal güçlerin İsrail'e dair ilk bariz adımı
Batı'dan İslam aleminin kalbinde bir Yahudi devleti kurulmasına dair ilk adımı, Fransız general Napolyon Bonapart atmıştır. Osmanlı hakimiyetindeki toprakları işgal eden Napolyon, burada kendi emperyal projeleri paralelinde bir Yahudi devleti kurmayı tasavvur etmiştir.
Bu plan sadece Napolyon'un zihin dünyasından ibaret kalmamıştır. 1799'da Biladu'ş Şam'a ayak bastığında Napolyon, Yahudilere hitaben bir açıklama yapmış, onları Filistin'ın haklı varisleri olarak nitelemiştir.
Bu açıklamasında Napolyon özetle Yahudilerin bölgede hak sahibi olduğunu, ayağa kalkmaları ve bölgede bir devlet kurmaları gerektiğini, kendilerinin de buna destek olacağını beyan etmiştir. Bu, Batılı emperyal güçlerin Filistin'de bir İsrail devleti kurulmasına dair ilk doğrudan adımı niteliğindedir. Buna dair bazı detaylar üzerinde ilerleyen kısımlarda duracağız.
Ancak Napolyon'un bölgedeki askeri hamleleri başarısız olduğunda, Yahudilere bir devlet kurulmasına -ki bu devlet emperyalist Batı için bir ileri karakol olacaktı- dair planlar da takriben bir asır ertelenmiş oldu.
Balfour Deklarasyonu ve İsrail'in doğumu
İsrail'in bölgede ortaya çıkışını işaret eden siyasi süreç ise resmi olarak 1917 senesindeki Balfour Deklarasyonu ile başlamıştır. Bu deklarasyon esasında Napolyon'un 1799 senesinde yaptığı açıklamanın bir benzeridir. Batılı emperyal güçler -bu sefer İngiltere- Ortadoğu'daki ileri karakolunu kuracağını beyan etmiştir. Fransa'nın aksine İngiltere bölgeyi işgal ederek kontrol altına almış olduğundan, bu beyan daha ciddi bir hüviyete sahipti ki ciddiyetini, ilanından yaklaşık 30 sene sonra İsrail devletinin kurulmasıyla gösterdi.
İngiltere'nin Filistin topraklarında Yahudiler için bir devlet kurulmasına yönelik niyetini beyan eden bu deklarasyon metni, İsrail'in kuruluşu için atılmış ilk doğrudan adımdır. İngiltere bu dönemde her açıdan şaşırtıcı ve her türden prensip ile çelişen bir adım atmıştır. Bu çelişki ise, Roger Garaudy'nin Arthur Koestler'den yaptığı aktarımla, şöyle özetlenebilir:
"Bu öyle bir belgedir ki, onunla bir millet, diğer bir millete üçüncü bir milletin toprağını büyük bir gösterişle vadetmiştir. Üstelik kendisine vaatte bulunulan o millet, daha millet bile değil, sadece dinî bir toplulukken ve toprak da, vadedildiği sırada dördüncü bir millete, yani Osmanlı’ya aitken..."
İşte bu şekilde, Osmanlı Devleti'ne ait olan ve üzerinde Müslüman Arapların yaşadığı topraklar, henüz bölgede neredeyse var olmayan ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerinden taşınan Yahudilere verilmiştir. Yahudiler de, binlerce yıl önce bu bölgede yaşadıkları ve Filistin'in bu sebeple kendi hakları olduğu gibi garip ve abes bir iddiayla, Filistin topraklarına yerleşmeye başlamıştır. Bu aslında, yine aynı dönemde Osmanlı'ya ait olanlar başta olmak üzere çeşitli toprakları parçalamak üzere ortaya atılan Wilson Prensipleri ile çelişmektedir. Bölgenin neredeyse tamamını oluşturan Müslüman Araplara kendi geleceklerini belirleme hakkı verilmemiş, bu hak bölgede azınlık olan Yahudilere verilmiştir. Buna rağmen Wilson da, onun prensipleri doğrultusunda kurulan Milletler Cemiyeti de Balfour'u kabul etmiştir.
Balfour Deklarasyonu komedisine dair şu ifade, tüm meseleyi idrak etmemize yetecektir. Deklarasyonun ilan edildiği yılda Filistin nüfusunun sadece yüzde 5-10'u Yahudilerden oluşuyordu. Ancak deklarasyon komik bir şekilde bu yüzde 95'lik kesimden "Yahudi olmayan topluluklar" olarak bahsetmekte ve "onların da hakkının korunması gerektiğinden" dem vurmaktadır. Filistin'in çoğunluğunu azınlık, azınlığını ise çoğunluk yerine koyan bu gülünç İngiliz planını tenkit için vakit harcamak dahi bir ziyandır.
Batılıların Yahudi devleti planına dair
Deklarasyondan bir süre sonra, Anglo-Siyonist projeye karşı süren direnişe rağmen 1948 yılında İsrail devleti resmen kurulmuştur. Bu devlete karşı girişilen savaşlara ve neticelerine dair notlara geçmeden önce, Batılıların Yahudi devleti projesine dair birkaç notu aktarmakta da fayda vardır:
- Batı, asırlardır Avrupa'da sosyal-siyasal sorunlara yol açan Yahudi meselesini, Yahudilerin bölgeden ihracı yoluyla çözme imkanı bulmuştur. Bu ihraç, "Yahudilere devlet kurulması" kılıfı altında icra edilmiştir.
- Batı'nın "Şark Meselesi" olarak andığı, kısaca İslam aleminin felç edilerek sömürülmesi meselesi her zaman bir sorun kaynağıydı. Batı, geniş ve köklü bir siyasi-sosyal-askeri-iktisadi-tarihi güce ev sahipliği yapmayan bölgelere kendi insanları yerleştirerek sömürgecilik yapabilmişti. Amerika kıtaları, Afrika, Avustralya bunun örneğidir. Ancak Ortadoğu'da bunu yapmak pek mümkün değildi.
- Bu doğrultuda ortaya çıkan şey, Yahudilerin birer kaşif, sömürgeci, yerleşimci olarak, ileri karakol şeklinde kurulacak bir devlete vatandaş yapılmasıydı. Halen İsrail'de yaşamakta olan Yahudi yerleşimcilerin, "okyanusların ardından gelerek bir kıtaya yerleşen beyaz adamlar" kadar yabancı, uzak ve soğuk görüntüsünün sebebi budur. Zira onlar bölgeye zorla entegre edilmeye çalışılmaktadır.
- İsrail'in kurulması süreci aynı zamanda Aydınlanma Çağı ve devamında ilahlığını ilan eden insanın, tarihi ve sosyolojiyi yeniden yaratmaya çalışma projesidir. Batılı "beyaz adam", şunları yapmakla kendi ilahlığını tarih üzerinde de tescil ettiği kanaatindedir: O bir halk, bir millet oluşturmuş, onun için bir toprak parçası seçmiş, bir tarih hayata getirmiş, bir devlet, bir kültür yaratmaya kalkmıştır. Tarihin akışına müdahale etmiş, onu tersine çevirmiş, kutsal topraklarda kimin hakim olacağına, kimin meşru, kimin gayrimeşru olacağına kanaat getirmiştir. "Beyaz adam" kendini adeta, Yahudileri Tih'ten çıkarıp Filistin'de onlara bir vatan veren ve orayı mamur kılan "Tanrı" gibi bir noktada görmektedir. Haşa...
- Napolyon'dan beri devam eden proje kapsamında İngiltere kendisi için bölgede bir düzen inşa ederek Yahudileri, Anglo-Siyonist düzeni temsilen bölgede karakol kılmıştır. Ardından İngiliz devleti dünya siyasetinde gücünü yitirir ve bilhassa Süveyş Krizi'nde belirgin olan şekilde yerini ABD'ye bırakırken, İsrail'in hamiliği de Amerikan hegemonyasına geçmiştir. Artık, özellikle ikilinin gelişen stratejik iş birliği kapsamında, Anglo-Siyonist düzenin sahibi Amerikalılardır ve İsrail de onların karakoludur.
- Amerikan öncülüğündeki dünya sisteminin İslam alemine dair tasavvurları da bu eksende şekillenmektedir. Bilhassa yakın dönemde ABD, İran tehdidini de kullanarak Arap coğrafyasında İsrail himayesinde bir "kalkınma" anlayışı sunmakta, bu da Yahudi varlığını bölgedeki "refah düzeninin" kilit noktası kılmayı amaçlamaktadır. İsrail böyle bir düzenin merkezi kılındığında, devletler ve halklar nezdinde ciddi bir "rıza" söz konusu olacağından, Yahudi varlığını Filistin'den çıkarmak da zorlaşacaktır.
- Her ne kadar bu şekilde algılansa da İsrail varlığı Filistin'deki işgalden ibaret değildir. İsrail;
- Suriye'nin Golan Tepeleri'ni işgal altında tutmaktadır.
- Lübnan üzerinde Hristiyan müttefikleri ve Güney Lübnan'daki askeri tehdidi sebebiyle bir etkinlik sahibidir.
- Ürdün'ü paralize etmiş ve Filistin konusundaki pasifliği sebebiyle onu kartondan bir devlet olmaya mahkum etmiştir.
- Mısır ile sınırı olan Sina Yarımadası'nı askersizleştirerek bir Yahudi tampon bölgesi kılmıştır. Ayrıca bölgedeki Müslüman halka karşı Mısır rejimi ile beraber bir savaş yürütmektedir.
- Bölgenin geri kalanındaki Suudi Arabistan, BAE ve Türkiye gibi devletlerle olan ilişkileriyle tüm İslam alemini kendi etki alanı içerisine hapsetmektedir.
İsrail işgaline karşı savaşlar ve hezimet
İngiliz mandası sürecinde Müslüman Araplar ve Anglo-Siyonist güçler arasında uzun süreli bir iç savaş yaşanmıştır. Ancak bu savaş, İslam aleminin tamamen işgal altında ve kaynaklarından mahrum bir halde bulunması, Siyonistlerin ise insani ve maddi açıdan sürekli olarak desteklenmesi sebebiyle, bir neticeye ulaşamamıştır.
İsrail ile Arap devletleri arasındaki savaşlar, İsrail'in bir devlet olarak bağımsızlığını ilan ettiği 1948 yılı ve sonrasında başlamıştır. 1948'den 1973'e kadar İsrail ile Arap devletleri arasında dört büyük savaş cereyan etmiştir. Bu savaşların tafsilatına girmeyecek ve temel çizgileri okuyucuya aktarmakla iktifa edeceğiz.
1973 yılına kadar devam eden bu savaşlarda başat aktörler Mısır, Suriye ve Ürdün'dü. Ancak Arap dünyasının tamamına yakını bu savaşlara iştirak etmiştir. Öyle ki bu iştirak Yemen ve Sudan'a dek uzanmış, hatta Pakistan gibi Arap olmayan devletler dahi çatışmalarda yerini almıştır.
Temel savaşlar 1948, 1956, 1967 ve 1973 yıllarında patlak vermiştir. Ayrıca Mısır'ın İsrail'e karşı 1967-1970 Yıpratma Savaşı da bunların arasına dahil edilebilir. Ancak bu savaşların hiçbiri İsrail'in toprak ve güç kaybıyla neticelenmemiş, bilakis Arap orduları büyük hezimetlere uğramış, savaşma ve direnme kapasitelerinin tamamına yakınını yitirmişlerdir. Tüm bu savaşlarda Arap halkları ve gönüllü yapılar ordulardan daha büyük bir rol oynamış, üstelik İsrail ordusuna karşı ordulardan daha mühim başarılar elde etmişlerdir. Örneğin Mısırlı Hafız Selame, 1973 Süveyş Direnişi'ne liderlik etmiş, halk güçleri İsrail işgalini püskürterek mühim bir zafer elde etmişlerdir.
Bu savaş süreçleri 1973'teki Yom Kippur Savaşı'nda alınan yenilgi sonrasında durmuş ve yerini daha çok Filistinli gerillaların mücadelesine bırakmıştır. Savaş Batı Şeria, Lübnan, Ürdün gibi bölgelerde vuku bulmaya başlamıştır. Lübnan İç Savaşı ve İsrail'in Lübnan'ı işgali, 1987 ve 2000 İntifadaları gibi süreçler bunun uzantısıdır. 1993 yılında başlayıp 2000'lerle beraber zirvesine ulaşan Oslo barış süreci ve bugüne dek uzanan İsrail ile normalleşme furyası, bugün İslam aleminde İsrail'e karşı savaşma düşüncesini sıfır noktasına getirmiştir. Halihazırda İran'ın senelerdir devam eden ancak hiç hayata geçmeyen tehditleri dışında böyle bir realite de mevcut değildir.
Arap rejimlerinin hezimetinin cihadi harekete tesiri
Başta Mısır olmak üzere Arap rejimleri, İsrail karşısında siyasi, askeri, fikri, teknolojik tüm açılardan ağır hezimetlere maruz kalmıştır. Bu hezimetlerin gerek bölge açısından, gerekse tüm cihadi hareket tecrübesi bakımından önemli sonuçları olmuştur. Bazılarına değinecek olursak:
- Arap ordularının hezimeti, Cemal Abdunnasır gibi "karizmatik" liderlerin altında yatan yenilmişliği ve zayıflığı gün yüzüne çıkarmıştır. Bu durum aşırı milliyetçi Arap rejimlerin sonunu getirmeye başlamış, İslami-cihadi alternatifler yükselmiştir.
- İsrail'e karşı yenilgileri sonrasında Arap yöneticiler yeni arayışlara girmiştir ki bunun en temel örneği Mısır lideri Enver Sedat'tır. İsrail'i tanıyan ilk Arap devleti olan Mısır, o döneme kadar Arapların İsrail'i mağlup etmedeki en büyük umuduydu. Sedat, böylesi bir hamlenin bedelini 1981 yılında canıyla ödeyecekti. Bu suikast sonrasında Arap rejimleri uzunca bir müddet İsrail ile daha fazla yakınlaşmaya cesaret edemedi.
- Cihadi hareket, özellikle o dönemki fikri merkezlerinden olan Mısır'da, rejimlerin bu şekilde sarsılmasıyla daha rahat hareket alanı bulmuş ve fikirlerini kitlelere daha iyi aktarabilmiştir. Özellikle rejimlerin İsrail'e karşı başarısızlığı ve cihadi kesimin öne sürdüğü tezlerin gerçekçiliği, bu akıma teveccühü artırmıştır.
- Arap devletlerinin İsrail'i yenmesine yönelik umutlar neredeyse tamamen sona ermiştir. Böylece halk kitlelerinin umudu, başta Filistinli gerillalar ve kısa bir süre sonra da Afganistan'dan Mısır'a dek neşet eden cihadi gruplara yönelmiştir.
- Arap devletleri, halklar nezdinde oldukça az olan meşruiyetlerini İsrail ile normalleşme sürecinde tamamen yitirmeye yüz tutmuşlardır. Bilhassa 1978 sonrasında Mısır özelinde ve İslam alemi genelinde halklarla rejimlerin arasının hızla açılmasında bunun da büyük tesiri bulunur. İsrail'e karşı savaş sürecinde Arap rejimlerinin sergilediği samimiyetsiz, ciddiyetsiz ve beceriksiz tutum, Arap halklarını rejimlerden uzaklaştırmıştır.
- Ayrıca, birbiri ardına gelen savaş ve hezimetler Arap halklarını ciddi bir umutsuzluğa ve düşüş sürecine gark etmiştir. İsrail'in yenileceğine ve Arap toplumunun istediği beşeri-siyasi-sosyal seviyeye yükselebileceğine yönelik umutlar, siyasi yelpazenin birçok kesimi bakımından uzak bir ihtimal haline gelmiştir. Bu umutsuzluk -2011 dönemindeki Arap Baharı'nın birkaç yıllık balayı süreci haricinde- halen sürmektedir.
Nihayetinde, cihadi akım gerek rejimlerin meşruiyetini yitirip marjinalleşmesi, gerekse İsrail'e karşı savaşın İslami hareketin omuzlarına yüklenmesi sebebiyle söylemsel bir üstünlük elde etmiştir. 1960'lardan başlanarak 1979 yılı sonuna dek uzanan süreç bu paralelde cihadilik için birçok yönden verimli bir saha ortaya çıkarmıştır ki ilerleyen kısımlarda bu neticeleri incelemeye çalışacağız.
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.