Muhammed Enes Öztürk

Muhammed Enes Öztürk

Ezilen milletler uluslararası hukuktan medet umabilir mi?

Ezilen milletler uluslararası hukuktan medet umabilir mi?

Hukuk fakültesinde okuduğum yıllarda konusu itibarıyla en fazla ilgimi çeken disiplinlerden biri de uluslararası hukuk olmuştu.

Uluslararası hukuku hukukun diğer alanlarından ayıran en belirgin özellik, kanaatime göre, daha ziyade ahde vefa ilkesi üzerinde şekillenmiş olması ve hukuka uyulmamasından doğan yaptırımlardaki uygulanabilirlik problemiydi.

Kısacası, uluslararası aktörlerin uluslararası hukuka uymaması durumunda ne olacağı problemi, hukukun bu alanını daha farklı, hukuk dışı sorunların içerisine sokuyordu.

Sorun tam olarak şu noktada cereyan ediyor: Kıyas yapmak için ceza hukukunu ele alalım. Ceza hukuku içerisinde incelenen bir suçu işleyen kişi, tevkif edildikten sonra, ilgili kanunlar uyarınca mahkemeler tarafından yargılanarak belirli bir yaptırıma, mesela hapis cezasına çarptırılabiliyor. Bu kişiyi tevkif edecek, yargılayacak, ardından suçuna uygun şekilde cezasını çekmek üzere kendisine yaptırım uygulayacak makamlar mevcut.

Peki uluslararası bir sözleşmeden veya genel ilkelerden doğan yükümlülüklerini yerine getirmeyen, yahut uluslararası hukukun suç kabul ettiği eylemleri gerçekleştiren bir aktör, örneğin bir devlet nasıl cezalandırılabilir? Uluslararası hukukta suç kabul edilen soykırım, savaş suçları, saldırganlık suçu gibi eylemleri işleyenler nasıl yaptırımlarla caydırılabilir?

İşte çıkmaza girdiğimiz kısım tam da burası. Çünkü burada uluslararası hukuku gerçekçi bir hukuk alanı olmaktan uzaklaştıran pratik bir problem başlıyor. Bu noktada, sahip olunan güç, aktörlerin hukuki bir yaptırımla karşı karşıya kalıp kalmayacağını belirleyen unsur haline geliyor. Aynı durum diğer hukuk alanları için de geçerli gibi görünebilir. Mesela bir ülkede güç ve nüfuz sahibi birinin suçlarının cezasız kaldığı, güçsüzlerin ise cezalandırılabildiği bir hukuki düzlem oluşmuş olabilir. Ki şu anda dünyanın tamamında aynı durum büyük ölçüde geçerlidir. Fakat en azından teorik olarak ulusal hukuk alanlarında bir kişinin hukuka aykırı eylemleri sebebiyle cezalandırılabiliyor olması belirli bir çerçeve içerisine alınmış, teorik ve pratik olarak mümkün kılınmıştır. Uluslararası hukukta ise bu durum tamamen güç ve nüfuza bağımlıdır. Bu durum sadece cezanın uygulanabilirliği açısından değil suçun isnadı açısından da böyledir.

Bir örnekle açıklayalım:

Uluslararası alanda güç, itibar ve nüfuz sahibi olmayan bir devletin, mesela Irak'ın uluslararası hukuku ihlal ettiğine yönelik bir suçlamayı ele alalım. Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğu gibi. Bu suçun usulüne uygun bir şekilde Irak'a isnat edilmesi ve suçun doğruluğunun bir yargılama neticesinde ortaya çıkarılması gibi bir durum mümkün müydü? Yoksa yaşanan şey yoğun bir medya ve politika propagandasıyla bu "suçun" var olduğunun kabul edilmesi ve hiçbir hukuki usul tanınmaksızın "cezalandırma" aşamasına geçilmesi miydi?

Şimdi de tam tersi bir örneği ele alalım. Mesela ABD'nin Irak'ta gerçekleştirdiği insanlığa karşı suçlar. Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni kuran Roma Statüsü'nün 7'nci maddesi bu suçları şöyle tanımlıyor:

"(a) öldürme
(b) toplu yok etme
(c) köleleştirme
(d) nüfusun sürgün edilmesi veya zorla nakli
(e) uluslararası hukukun temel kurallarını ihlal ederek, hapsetme veya fiziksel özgürlükten başka biçimlerde mahrum etme
(f) işkence
(g) ırza geçme, cinsel kölelik, zorla fuhuş, zorla hamile bırakma, zorla kısırlaştırma veya benzer ağırlıkla diğer cinsel şiddet şekilleri
(h) paragraf 3’te tanımlandığı şekliyle, her hangi bir tanımlanabilir grup veya topluluğa karşı, bu paragrafta atıf yapılan her hangi bir eylemle veya Mahkemenin yetki alanındaki her hangi bir suçla bağlantılı olarak siyasi, ırki, ulusal, etnik, kültürel, dinsel, cinsel veya evrensel olarak uluslararası hukukta kabul edilemez diğer nedenlere dayalı zulüm;
(i) zoraki kayıplar
(j) ırk ayrımcılığı (apartheid) suçu
(k) kasıtlı olarak ciddi ıstıraplara ya da bedensel veya zihinsel veya fiziksel sağlıkta ciddi hasara neden olan benzer nitelikteki diğer insanlık dışı eylemler"

ABD Irak'ta bu suçların neredeyse hepsini tek tek gerçekleştirmiş olmasına rağmen bu suçların hiçbiri uygun bir şekilde ABD'ye isnat edilmedi. Çünkü bu suçlara maruz kalan tarafın küresel medya ve politikada hiçbir gücü yoktu, suçların isnadı için propaganda yapacak imkanı da.

Usule ilişkin bir meselenin yanı sıra bir de asıl konu olan yaptırım meselesi var ki uluslararası hukukun işlevsizliği burada daha çok anlam kazanıyor.

Buradaki örneklerimizi de yelpazenin iki ayrı ucundan, Afganistan ve İsrail'den verelim.

Afganistan'daki Taliban yönetimi, çeşitli "suçlar" gerekçe gösterilerek uluslararası alanda bazı yaptırımlara maruz bırakılıyor. Örneğin "gazetecilerin baskı altına alınması", "kadın haklarının" ihlal edilmesi gibi suçlamalar. Bu suçlamalara karşılık olarak "uluslararası kamuoyu" Afganistan'a yaptırım uygulama konusunda mutabakat sağlıyor. Bu yaptırımlar "uluslararası hukukun gerekleri" adı altında yapılıyor. Tıpkı ABD'nin 2001 yılında uluslararası hukuka sığınarak Afganistan'ı işgal etmesi gibi. Nihayetinde Afganistan'ın maddi varlıklarına el konuluyor, onunla ticaret yapılması yasaklanıyor, liderlerinin seyahat etmesi kısıtlanıyor.

Diğer yandan ise Filistin ve çevresinde bir ayda yüzlerce kadını, çocuğu, gazeteciyi, sağlık görevlisini öldüren, yasaklı kimyasal silahlar kullanan ve uluslararası hukukun neredeyse tüm ilkelerini bir çırpıda ihlal eden İsrail var. Söz konusu İsrail olunca uluslararası hukukun hiçbir "yaptırımı" devreye girmiyor.

Tüm bunlar, esasen uluslararası hukuk nezdinde iki eşit aktör olan iki yapıya karşı gösterilen farklı tepkiler. Bunu ulusal hukukta bir vatandaşın cinayet üzerine cinayet işlemesine rağmen ceza almaması diğerinin ise bir sineği öldürdüğü için hapsedilmesiyle örneklendirebiliriz.

Kısacası uluslararası hukuktan doğan yaptırımlarının uygulanması için, uluslararası düzeni sermaye, medya ve politik güç yoluyla elinde bulunduran Küresel Kuzey'in (yani ABD liderliğindeki Batı blokunun) bunu istemesi gerekiyor. Aynı uluslararası hukuk Küresel Kuzey'in aleyhinde ise çalışmıyor.

Hal böyleyken uluslararası hukuktan gerçek bir hukuk olarak bahsetmek, uluslararası hukuka bir merci, bir başvuru kaynağı gibi davranmak beyhude olmanın yanında aynı zamanda sistematik olarak da yanlış. Ezilen milletlerin, küresel sistemde payı olmayan uluslararası aktörlerin ve bunların halklarının, uluslararası hukuk ile elde edebildiği pek bir şey yok. Bu bakıma, -bana hiç de hukuk gibi gelmeyen- uluslararası hukuktan medet ummanın da pek bir anlamı kalmamış oluyor.

Uluslararası hukuk, esasında, özü ve mantığı itibarıyla oldukça anlaşılabilir ve makul bir hukuk alanı. Farklı ulusların birbirleriyle yahut topluca ahitleşmeleri, ahitlerine sadık kalmaları, inanç sistemleri farklı olsa da belirli esaslar üzerinde uzlaşarak insani bir tavır göstermeleri, bunu kayıt altına alarak bir hukuk alanı haline getirmeleri anlaşılabilir bir yaklaşım.

Fakat uygulanabilirlik sorunu, ayrıca sömürüyü adet edinen ve sahip oldukları gücü istismar vasıtası haline getiren küresel güçlerin varlığı, bu pembe tabloyu karanlık bir kabusa dönüştürüyor.

Sanırım takriben bir aydır Filistin'de yaşananlar karşısında İsrail'in hiçbir uluslararası hukuk kuralını ihlal etmemiş sayılması ve hiçbir yaptırıma maruz kalmaması, yukarıda söylediklerimin özeti niteliğinde olacaktır.

Bu sebeple böyle bir durumda "uluslararası hukuka" atıf yapmak ve ondan medet ummak, pratikte olduğu kadar teoride de pek bir anlam ifade etmiyor.


Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı toplam 1649 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
1 Yorum
Muhammed Enes Öztürk Arşivi