'Onları kuşatın': İsrail'e karşı zaferin yolu ne?
Yirmi yılı aşkın bir süredir Müslümanlara, Yahudilerin Filistin'i işgali sorununun adil çözümünün, Filistin topraklarının çok küçük bir kısmında Araplar için Batı destekli zayıf, savunmasız ve sözde bağımsız bir devlet kurulması ve aslan payının Yahudilerin elinde kalarak istedikleri gibi yönetmeleri ve yozlaştırmaları olduğu söylenmektedir. Sözde "iki devletli çözüm" -ki pratikte "bir buçuk devletli çözüm" ya da belki de "üçte bir devletli çözüm"- sadece Filistinlilerin çoğunluğu için kabul edilemez olmakla kalmayıp, aynı zamanda İslam'ın yasalarına ve ilkelerine de aykırıdır ve Filistin'in bir İslam toprağı olduğu ve her zaman bir İslam toprağı olacağı gerçeğini göz ardı etmektedir. Ve işte bu nedenle Filistin "sorununa" yönelik ileriye dönük tek yol ve tek adil cevap, İsrail'in tümüyle ortadan kaldırılması ve Müslüman Filistin'in tamamının Müslümanlar tarafından ve Müslümanlar adına geri alınmasıdır. Filistin Müslümanlar içindir, çünkü Filistin peygamberlerin toprağıdır ve peygamberlerin gerçek varisleri Yahudiler değil Müslümanlardır.
Filistin ve İslam
Tevrat, İncil ve Kur'an, Allah'ın ahdinin, peygamberlerin soyundan gelseler bile zalimleri kapsamadığını açıkça belirtiyorsa, Yahudilerin Filistin'in doğuştan gelen hakları olduğu iddialarının nasıl bir geçerliliği olabilir? Yahudilerin kendilerinden çıktığı İsrailoğulları, sadece Allah'a ibadet etme, O'nun rızası için iyi işler yapma, iyiliği emredip kötülükten sakındırma ve O'nun dinini yayma sorumluluğunu yerine getirmedikleri gibi, kendilerini ıslah etmek ve onlara rehberlik etmek üzere gönderilen nebi ve resullerden bazılarını öldürmeye ve bazılarını da ilah edinmeye varacak kadar inkarcılık içerisine girmişlerdir. O halde, peygamberlerin katilleri ve mesajlarının saptırıcıları olan Yahudiler, İslam devletinin barışçıl ve yasalara uyan tebaası olmak dışında, peygamberlerin toprakları üzerinde herhangi bir hakka sahip olduklarını haklı olarak nasıl iddia edebilirler?
Sahih-i Müslim'de yer alan bir hadise göre Kudüs'teki Mescid-i Aksa, yeryüzündeki ilk mescit olan Mekke'deki Mescid-i Haram'ın inşasından 40 yıl sonra inşa edilmiştir. Tarihçiler arasında ilk olarak hangi peygamber tarafından ve ne zaman inşa edildiği konusunda görüş ayrılığı olsa da, her ikisinin de peygamberler tarafından inşa edildiği ve yenilendiği konusunda hiçbir ihtilaf yoktur. Mescid-i Haram'ın temelleri, Yahudilerin (ve Hıristiyanların) rahiplerinin, hahamlarının ve din adamlarının kutsal kitaplarında yaptıkları ve Allah'a atfettikleri eklemeler ve çıkarmalar temelinde aşağıladıkları ve küçümsedikleri İbrahim aleyhisselam ve oğlu İsmail aleyhisselam tarafından yükseltilmiştir. Öte yandan Mescid-i Aksa, Yahudilerin (ve Hıristiyanların) sadece büyücülük ve puta tapmakla, babasını da zina ve diğer iğrençliklerle suçlamakla kalmadıkları, ayrıca kendisinin ve babasının peygamber olduklarını bile inkar ettikleri ve onlardan alaycı bir şekilde "Kral" Süleyman ve "Kral" Davut olarak bahsettikleri Süleyman aleyhisselam tarafından yenilenmiş ve genişletilmiştir. O halde peygamberlerin düşmanlarının aynı peygamberlerin toprakları üzerinde nasıl bir hakkı olabilir?
İbrani peygamberlerin çağını takip eden dönemde ve İsa aleyhisselam'ın gelişinden önce ve onu takip eden yüzyıllarda, Filistin, 637 yılında peygamberimiz Muhammed sallallahu aleyhi vesellem'in ikinci halifesi olan Ömer bin el Hattab radiyallahu anh'ın liderliğindeki Müslümanlar tarafından kurtarılıncaya kadar, birkaç önemli istisna dışında, çoğunlukla müşrikler ve tağutlar tarafından yönetildi. Ömer radiyallahu anh Hıristiyanların -ki o zamanlar Kudüs'te hiç Yahudi yoktu- çöplük olarak kullandıkları Mescid-i Aksa'nın temizlenmesini ve ıslahını üstlendi. Filistin ve Aksa bu dönemin ardından Müslümanların elinde gelişip büyüdü. Ta ki Kudüs işgal edilip yağmalanana ve sakinleri -Yahudiler de dahil, çünkü Müslüman yönetimi altında Filistin'de Yahudiler vardı- 1099'da Birinci Haçlı Seferi sırasında İncil'e inanan, Papa'yı takip eden -daha doğrusu Papa'ya tapan- radikal Hıristiyanlar tarafından öldürülene kadar.
88 yıl sonra, 1187'de büyük Müslüman komutan Selahaddin Eyyubi Kudüs'ü İslam adına geri aldı. Haçlıların atları için ahır olarak kullandıkları Mescid-i Aksa'yı temizledi ve yeniledi. Filistin, 1916 yılında Balfour Deklarasyonu ve Sykes-Picot Anlaşması yoluyla Yahudilere ve Haçlılara kaybedilene kadar Müslümanların elinde kaldı. Bazı okuyucular Filistin ve El Aksa tarihinin bu özetini neden verdiğimi merak edebilirler. Cevabım, Filistin'in İslami tarihinden habersiz olan ve dolayısıyla bu konudaki Siyonist propagandaya kanabilecek Müslümanların sayısına şaşıracağınız yönünde olur.
İsrail'in varlığı
Yahudilerin Filistin'i işgali ve Filistinlilere yönelik metodik ve soykırıma varan zulmü 1916 yılında İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından gizlice hazırlanan ve 1917 yılında dünyaya ifşa edilen Sykes-Picot Anlaşmasının kaçınılmaz sonucudur. Bu meşum anlaşma, bir zamanların güçlü ve birleşik Müslüman ümmetini, Batı'nın vekilleri ve ajanları tarafından yönetilen onlarca güçsüz devletçiğe böldü. Yahudilerin Filistin'deki işgallerini sürdürebilmeleri ve Filistin halkına yönelik amansız boyun eğdirme ve aşağılamalarını cezasızlıkla ve misilleme korkusu olmadan ya da işledikleri suçların hesabını vermeden devam ettirebilmeleri, bu devletçiklerin Birleşmiş Milletler'in kurucu tüzüğünü onaylamalarının doğrudan sonucudur. Bu tüzük, üye devletleri Amerikan liderliğindeki, İsrail'in etkisindeki Güvenlik Konseyi'nin kararlarına uymakla yükümlü kılmakta ve üye devletlerin diğer üye devletlerin, özellikle de İsrail'in egemenliğini ve toprak bütünlüğünü savunmasını ve korumasını gerektirmektedir. Filistin'in ve İspanya'dan Doğu Türkistan'a kadar işgal altındaki diğer Müslüman topraklarının geri alınabilmesi ve Müslüman halklarının İslam hilafetinin gölgesinde güvenlik, onur ve haysiyet içinde yaşayabilmesi ancak Sykes-Picot'un, Birleşmiş Milletler tüzüğünün ve benzeri tüm anlaşmaların ortadan kaldırılmasıyla mümkündür.
İsrail haritadan silinmediği sürece Gazze, Amerikan destekli ve onaylı bir modern toplama kampı olarak kalacak ve Yahudiler tarafından en sudan bahanelerle ayrım gözetmeksizin bombardımana maruz kalacaktır.
İsrail haritadan silinmediği sürece, Filistinli çocuklar sürekli bir korku ortamında büyüyecek, zihinleri İsrail bombardımanlarının dehşeti ve bunun sonucunda ortaya çıkan ölüm ve yıkımla kalıcı olarak yaralanacaktır.
İsrail haritadan silinmediği sürece, Filistinli çocuklar yoksulluk ve en kötü türden yoksunluk çekmeye devam edecekler. Sadece evlerinden ve sağlıklarından değil, aynı zamanda hayatlarından ve sevdiklerinden de mahrum bırakıldıkları bir yoksunluk...
İsrail haritadan silinmediği sürece, Filistinli çocuklar sadece ebeveynlerinin ve kardeşlerinin gözlerinin önünde vurulduğunu görmeye devam etmekle kalmayacak, aynı zamanda ebeveynler de çocuklarının kollarında öldürülmesini engelleyemeyecektir.
İsrail haritadan silinmediği sürece Gazze'deki Filistinli anne ve babalar çocuklarının yavaş ve sefil ölümlerini izlemek zorunda kalmaya devam edecekler, çünkü Gazze'nin yetersiz personel ve yetersiz tedarikli hastanelerinde uygun tıbbi tedaviyi sağlayamıyorlar. Ve bu hastaneler İsrail hava saldırılarına maruz kalıyor.
İsrail'i haritadan silmek için pratik adımlar atılmadığı sürece, bu gibi tarifsiz suçlar, açık bir iş birliği ile utanç verici bir sessizlik arasında gidip gelen uluslararası ve bölgesel bir duruşun gölgesinde işlenmeye devam edecektir. Müminlerin Emiri Molla Muhammed Ömer Mücahid'in 1435 Ramazan Bayramı münasebetiyle yayınladığı mesajdan alıntı yapıyorum:
"Mübarek Ramazan ayında yüzlerce ve binlerce kişiyi öldüren, yaralayan ve yerinden eden gaspçı İsrail varlığının mazlum Filistinlilere yönelik vahşi saldırganlığını kınıyor ve lanetliyoruz. Dünyayı ve özellikle de İslam dünyasını bu suçlara sessiz kalmamaya çağırıyoruz, çünkü bu suçlara sessiz kalmak adaletsizliktir ve herkesin kaybetmesi anlamına gelir. Bölgenin ve dünyanın güvenliğinin daha da kötüye gitmemesi için bu zulmü ve saldırganlığı önlemek üzere acil ve pratik adımlar atılmalıdır."
"Onları kuşatın"
Bugün, barbar bir düşman koalisyonuyla karşı karşıyayız. Bu koalisyonun eylemleri, ikiyüzlü bir şekilde kullandığı ve dünyanın geri kalanından uymasını talep ettiği insancıllık, bir arada yaşama ve rasyonel diyalog diliyle taban tabana zıttır.
Gazze'deki sivil evlerin, okulların, sığınakların, hastanelerin ve çocuk oyun alanlarının acımasızca ve kalpsizce bombalanması ve Yahudiler, Haçlılar ve müttefikleri tarafından Gazze Şeridi'ne uygulanan amansız uluslararası abluka ve ambargo, zulmü savunmak ve Yahudilerin Filistin üzerindeki sahte iddialarını savunmak için gerçekleştirilen zulüm eylemleridir ve bu nedenle hiçbir Müslüman bunları görmezden gelemez. Bununla birlikte, abluka ve ambargolar orantılı bir şekilde ve hakikati ve ehlini savunmak için kullanıldığında meşru ve etkili askeri taktiklerdir. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in Beni Kurayza Yahudilerine uyguladığı ablukadan Osmanlı'nın İstanbul kuşatmasına, günümüzde Iraklı mücahitlerin Haçlıları ve onların Bağdat'taki vekillerini genel olarak ve özellikle de koalisyonun zayıflamasında ve nihai yenilgisinde önemli bir rol oynayan Yeşil Bölge'de kuşatmasına kadar, Müslüman ordular tarih boyunca birçok kez bu tür taktikleri başarıyla kullanmışlardır. İsrail'in Filistin kasaba ve köylerine yönelik tekrarlanan saldırıları ve Gazze'nin savunmasız halkına uygulanan baskıcı ambargo, maalesef Müslüman dünyasının muzdarip olduğu bu eylemsizlik yoluyla sona ermeyecektir. Bu nedenle ateşe ateşle karşılık vermenin, Yahudilere ve Haçlılara kendi abluka ve ambargomuzu uygulamanın, onları can evlerinden vurmanın ve uluslararası ticaret ve finansın temsil ettiği ekonomilerinin kalbine ve can damarına darbe indirmenin zamanı gelmiştir.
Mücahitler, İslami sularda, limanlarda, kanallarda ve boğazlarda, açık denizlerde ve kendi karasularında yük gemilerini ve ticaret gemilerini hedef alarak ve mümkün olan her yerde ve her şekilde nakliye rotalarını bozarak düşman devletler için uluslararası ticareti felç etmeye veya en azından maliyetlerini artırmaya çalışmalıdır. Gemilerinden herhangi biri meşru hedeftir, ancak ihracat, Batı ekonomileri de dahil olmak üzere her ekonominin anahtarıdır. Mücahitler, İslam topraklarında Haçlılar tarafından işletilen petrol kuyularını ve madenleri sabote ederek ve petrol kıyıya ulaşıp düşmanın eline geçmeden boru hatlarını yok ederek ve düşman sularında süper tankerlerini batırarak ve petrol kulelerini sabote ederek ve bu süreçte Gazze'de, Somali'de ve başka yerlerde bizimkileri mahvettikleri gibi onların karlı balıkçılık endüstrilerini mahvederek düşmanları bizden çaldıkları ve savaş makinelerini beslemek için kullandıkları değerli petrol ve mineral kaynaklarından mahrum bırakmaya çalışmalıdır.
Bu arada Müslümanlar olarak arabalardan bilgisayarlara, şekerlemelerden giysilere kadar Amerikan, Haçlı ve Yahudi işletmelerini ve ürünlerini boykot etmeye devam etmeli ve mümkün olan her yerde yerel alternatifler üretmeli, onları satın almalı ve desteklemeliyiz. Walmart, McDonald's, Proctor and Gamble, Microsoft, Nestle ve Unilever gibi büyük Batılı şirketler ve çok uluslu şirketler, zayıfların ve yoksulların sömürülmesi ve yerel ekonomilerin yok edilmesi ile karakterize edilen yaygın Haçlı küreselleşmesinin sembolleridir. Müslümanlar ve mücahitler olarak görevimiz bunu her ne pahasına olursa olsun durdurmaktır.
Müslümanlar bankalardan ve finans piyasalarından mümkün olduğunca uzak durmalıdır. Çünkü bunlar sadece "faiz" denilen ve Allah'ın alanı ve vereni savaşla tehdit ettiği (Bakara Suresi, 275-281) tefecilikten ibaret şey değildir. Bankalar aynı zamanda Müslümanları ve dünyanın diğer mazlum halklarını köleleştirmek için bir araç haline gelen Batı tarafından yönetilen küresel ekonomik sistemin ayrılmaz bir parçasıdır.
Bunun yerine, Müslümanlar altın, gümüş ve diğer temel malları standart ve değişim aracı olarak eski haline getirmek için çaba göstermeye başlamalı ve endüstriyel üretim tabanını yerel bir İslam ekonomisine bağlama ve düşmanın ulusal ve küresel ekonomilerinden kurtulma yolunda ilk adımlar olarak takas sistemlerini denemeye başlamalıdır. Altını yeniden değişim aracı haline getirmek, yoktan para oluşturan, pazarlarımızı ve endüstrilerimizi Batı ekonomilerine bağlayan, bizi Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü'nün insafına bırakan ve bizi uluslararası yaptırımlara, ekonomik ambargolara ve toplumumuza, kültürümüze, yönetimimize ve dinimize yönelik sayısız diğer müdahale biçimlerine karşı savunmasız hale getiren tefeci kısmi rezerv bankacılığı sisteminden kurtulmak için de gereklidir.
Bazıları şöyle sorabilir: "Küfrün yenilgiye uğratılmasından ve büyük İslam devletinin kurulmasından önce Müslümanlardan kendilerini uluslararası finans sisteminin pençesinden kurtarmaya çalışmalarını istemek mantıklı mı?" Benim cevabım şu: Evet, Müslümanları İslam'ın zaferi için kendilerini finansal ve ekonomik olarak hazırlamaya başlamaya teşvik etmek son derece makuldür, tıpkı İslam devletinin kurulmasının önünü açmak için kendilerini dini, askeri ve siyasi olarak hazırlamaya, organize etmeye ve eğitmeye teşvik ettiğimiz gibi. Bugün Müslümanlar, ülkelerini tefeci küresel finans sisteminden ve uluslararası bağışçıların orantısız büyüklükteki etkisinden kurtarmadan, arzuladıkları ekonomik refahı ve siyasi bağımsızlığı asla elde edemeyeceklerini her zamankinden daha fazla anlamaya başladılar.
Sümeyye Gannuşi, üç yıl önce Arap dünyasındaki halk ayaklanmalarının başlamasından kısa bir süre sonra The Guardian'da yayınlanan "Sahne arkasında olağan şeyler" başlıklı makalesinde, bölgede bu gerçeğe ilişkin artan farkındalığa dikkat çekerken, Batı'nın yukarıda değindiğim bazı sistem ve kurumları kullanarak Arap dünyasında yeni başlayan devrimleri baltalama ve sabote etme çabaları konusunda uyarıda bulunmuştu. Makalesinden ilgili bazı bölümleri buraya aktarıyorum (vurgular bana ait):
"Batı, değişim sürecini kontrol etme çabasında sadece sert askeri güç kullanmıyor. Dünya Bankası ve IMF aracılığıyla ekonomik kolunu da bu amaca yönlendiriyor. Kısa bir süre önce Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick bir grup Arap aktiviste hitaben yaptığı konuşmada bölgedeki değişimi 'kendi ivmesini yaratan çarpıcı bir an' olarak övdü. Zoellick'in 'Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki insanların' karşı karşıya olduğu sorunlardan bahsettiğini duyan biri onu, bu bölgelerin mücadele ettiği ekonomik krizlerle hiçbir ilişkisi olmayan masum ve bağımsız bir analist sanabilirdi.
Bu, olup bitenlerle ilgili temel bir gerçeği gizlemeye yönelik bir kampanyanın parçasıdır: İnsanlar sadece uluslararası destekli bir siyasi otoriterliğe karşı değil, aynı zamanda IMF, Dünya Bankası ve Tunus ve Mısır örneğinde olduğu gibi AB'nin yapısal reform programları tarafından dayatılan ekonomik modele karşı da isyan etmektedir.
1995'te Avrupa-Akdeniz Ortaklık Anlaşmasını imzalayan ilk Arap ülkesi olan Tunus'ta kamuya ait şirketlerin yüzde 67'sinden fazlası özelleştirilirken, Mısır'da bu sayı 314 şirketten 164'üdür. Bu durum, bu ülkelerin ekonomilerinin borç batağına saplanmasına ve dolayısıyla ABD ve AB'den gelen yardımlara rehin kalmalarına yol açtı."
Ve bu, Müslüman dünyasını Batı'nın kontrolü altında tutmak için tasarlanmış bir dizi kısır döngünün sadece ilki. Kamuya ait şirketlerin özelleştirilmesinin gerçekte ne anlama geldiğini anlamak ve bu ve diğer yeni sömürgeci politikaların ne kadar baskıcı olduğunu öğrenmek için John Perkins'in Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları ve Amerikan İmparatorluğunun Gizli Tarihi adlı kitaplarını şiddetle tavsiye ederim.
Bununla birlikte, Gannuşi'nin bahsettiği artan halk muhalefeti dalgasına rağmen, Tunus'taki sözde devrimci hükümetin -kendi babası Raşid Gannuşi ve eşi Refik Abdusselam liderliğindeki yarı-İslami Nahda Partisi önderliğinde- ve Mısır, Libya ve Yemen'deki yeni/eski düzenlerin, eski rejimlerin Dünya Bankası ve IMF'den borç alma ve Amerika, AB ve diğer bağışçı ülkelerden daha fazla şartlı bağış kabul etme uygulamalarını sürdürmekten başka bir şey yapmadılar (eski rejimlerin "terörle mücadele" politikalarını sürdürmelerinden bahsetmiyorum bile, ancak bu başka bir günün konusu). Böylece gerçek değişim isteyen halkların umutlarını boşa çıkardılar ve ayaklanmaların devirmek için yola çıktığı aynı yönetici elitlerin ve çıkar gruplarının yeniden ortaya çıkmasının yolunu açtılar.
Bununla birlikte, Batılı güç merkezlerinde, özellikle Arap ve Müslüman dünyasındaki ayaklanmalar ile Avrupa ve Amerika'da yaşanan ve Batı'da bile büyük siyasi ve sosyal çalkantılara yol açan devasa ve büyüyen devlet borcu ve bütçe krizleri ışığında, küresel ekonomik sistemin şu anda en kırılgan ve savunmasız olduğu konusunda bir fikir birliği var. Bu nedenle Batılı liderler sistemin yaşayabilirliği ve Batı medeniyetinin geleceği üzerindeki olumsuz etkisi konusunda giderek artan endişelerini dile getirmekte, hatta bazıları sistemin temelden kusurlu olduğunu ilan edecek ve Bretton Woods öncesi modele geri dönülmesini önerecek kadar ileri gitmektedir. Elbette böyle bir revizyon Batı'nın küresel hegemonyasının yeri doldurulamaz bazı araçlarından vazgeçmek anlamına geleceğinden, Amerika ve Haçlı müttefiklerinin bunu kabul etmesi pek olası değil. Bu da yıpratma savaşının devam etmesi anlamına geliyor ki bu da -Allah'ın izniyle- eninde sonunda ekonomik sistemlerinin ve onunla birlikte küresel imparatorluklarının çöküşüyle sonuçlanacak.
Tüm silahlar gibi ekonomik silah da iki tarafı keskin bir kılıçtır ve Batı da bu tür bir savaştan en az Müslüman dünyası kadar risk altındadır. Bu tarihi belirsizlik ve istikrarsızlık dönemi, her Müslüman'ın mücadeleye katılmasını ve Siyonistler ve Haçlılar için hayatı biraz daha zorlaştırmak ve nihai yenilgilerine katkıda bulunmak için üzerine düşeni yapmasını gerektirmektedir.
Bugün, önce Allah'a sonra da Molla Ömer ve Usame bin Ladin gibi liderlerin fedakarlıkları ve azimleri sayesinde, küresel küfrün başı Amerika, şeytani imparatorluğunun temellerini tehdit eden eşi benzeri görülmemiş bir zayıflık aşamasındadır.
Allah'ın inayetiyle Müslümanlar Amerika'yı ve onun şer koalisyonunu en az iki önemli savaşta mağlup etmişlerdir. Ancak Haçlıların Irak'tan çekilmesinin ve bu yılın sonunda Afganistan'dan çekilmelerinin büyük küresel savaşın sona erdiği anlamına geldiği yanılsamasına kapılmamalıyız.
İslam ümmeti sayısız başka işgal ve ambargolarla boğuşurken, Filistin hala acımasız Yahudilerin merhametinde ve pençesindeyken, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in ümmeti Mali'de saldırı altındayken, Batı'da Nijerya ve Orta Afrika Cumhuriyeti'nden Doğu'da Suriye, Irak, Burma ve Tayland'a kadar, yeni sömürgecilik, diktatörlükler, yoksulluk, cehalet, dinsizlik ve körü körüne taklit ve kafirlerin peşinden gitme kıskacındaki Müslümanlarla birlikte önümüzdeki yol hiç de kolay değildir. Ancak her birimiz İslam düşmanlarına ve Müslümanlara zulmedenlere karşı mücadeleye katılmak için samimi bir çaba gösterirken aynı zamanda dinini uygulamak, kendini ve etrafındakileri eğitmek ve ıslah etmek için samimi bir çaba gösterirsek, Allah inşallah çabalarımızı mukaddes kılacak ve bize kâfirlere ve içimizdeki şerre karşı zafer verecek, bizi birleştirecek ve uğrunda çalıştığımız İslam hilafetini ortaya çıkaracaktır.
Sevgili Müslümanlar: Düşmanlarımıza karşı zafer kazanmanın ve hilafeti kurmanın yolu sadece silahlı eylemle sınırlı değildir. Askeri çabayı destekleyen, güçlendiren ve ilerleten ve İslam ümmetinin geleceği için bu savaşta başarılı olmamızı sağlayan tüm meşru yolları ve araçları içerir. Bu nedenle gecikmeyin ve ister askeri, ister mali, ekonomik, eğitimsel, motivasyonel ya da başka bir şekilde olsun, bugün cihattaki rolünüzü oynayın. Sabırlı ve kararlı olun ve kardeşlerinize sabır ve kararlılık aşılayın, çünkü bu savaş henüz emekleme aşamasındadır.
İlk olarak 2014 yılında Resurgence dergisinde yayınlanan bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.