Mahmut Cemil İnce

Mahmut Cemil İnce

İslami Çalışma Dersleri 6: Yönteme dair genel esaslar

İslami Çalışma Dersleri 6: Yönteme dair genel esaslar

Geçtiğimiz derslerde İslami mücadelenin ne olduğuna ve neden gerekli olduğuna değindik. Yani İslami mücadele mefhumunu tanımladık, İslami mücadelenin neden gerektiğini İslami, fıkhi, fikri, siyasi, sosyal, hukuki, iktisadi vesaire birçok açıdan izah ettik. Tüm bunları temel seviyede inceledik. Fakat elbette bunlar, detayları kendi alanında uzman olan insanlardan dinlenmesi gereken şeylerdir. Bunu da unutmamak gerekir.

Bundan sonraki kısımlarda ise inşallah İslami mücadelede nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiği, yani bu işin pratiği konumuz olacak.

Yöntem farkları ve ihtilaf ahlakı

İslam mücadelenin ne olduğu ve neden yürütülmesi gerektiği hususu aslında genel olarak, şeriat temelinde buluşan herkesin malumu olan bir husus. Fakat "nasıl" konusunda, yani hangi yöntemin uygulanacağı konusunda oldukça farklı, birbiriyle çelişebilen bir pratikler bütünü, paradigmalar bütünü karşımıza çıkıyor. Bu noktada biz kendi elimizden geldiği kadar Kur'an'dan, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in sünnetinden pratik örneklerle ve bu çağdaki diğer İslami hareketlerin yaptıklarıyla bir mukayeseye gidip ortaya bir sonuç koymaya çalışacağız.

İslam mücadelede nasıl bir yöntem izlenmeli? Bu noktada evvela önce şuna değinmek gerekiyor. "İslami mücadelede yöntem şu şekilde olmalı" derken kastımız "Allah'ın emri yüzde yüz budur" ya da "Rasulullah'ın pratiği yüzde yüz budur, bundan ibarettir" gibi bir ifade değil. Zira genel ve temel esaslar dışında, hiçbir detay mesele için böyle kesin bir yargıya varmak mümkün değil. Mesela namazda ellerimizi bağlama şeklimizde ilgili dahi farklılıklar var ve Allah azze ve celle'nin hangisinden tamamen razı olacağını bilmek, dahası tek bir pratiğin makbul olacağını, diğerlerinin reddedileceğini söylemek mümkün değil. Bizler sadece Allah'ın vahyi ve Rasulullah'ın sünneti ışığında, Ehli Sünnet vel Cemaat'in yorumu ışığında anlayabildiğimiz kadarıyla bu tarz amelleri uyguluyoruz. Allah katında makbul olan nedir, bunu yüzde yüz tayin etmemiz zor. Kimse bu konuda kendisinin tamamen isabet ettiğini ve diğerlerinin yanılgı içerisinde olduğunu düşünmemeli. Bize düşen şey samimi bir şekilde en mükemmele yaklaşabilmek. O yüzden bu hususta ifade ettiklerimize "mutlak hakikat" diyemeyiz, zira bu sadece Allah katında mümkündür. Biz ise vahiy ve siyerden idrak edebildiğimiz kadarıyla hakikate yaklaşmaya çalışıyoruz.

Haddizatında, "İslami mücadelede şunu yapmak gerekir" dediğimiz zaman bu, "bunu yapmayan kesimler batıldır, haindir, zalimdir" anlamına gelmiyor. Bilakis diyoruz ki "bizim Kur'an'dan, sünnetten ve genel olarak dünyanın gidişatından, siyasi olaylardan çıkardığımız hareket metodu budur. Bizim hak olarak inandığımız hareket metodu budur."

Bunun ötesinde usulümüz şu olmalı: Allah'ın ve Resulü'nün yasakladığı yollara sapmadıkları müddetçe bütün İslami hareketlere hürmet eder ve onları desteklemeliyiz. Örneğin, pratik açıdan sivil toplum kuruluşlarının, insani yardım faaliyetlerinin vesaire İslami egemenliğin tesis edilmesini sağlayacağına inanmıyor olabiliriz. Fakat pratik yöntem açısından buna inanan ve bu yöntemi benimseyen Müslüman kardeşlerimizle kardeşlik hukukumuz da insani hukukumuz da her zaman bakidir. Biz bu kesimlere kendi işlerinde elimizden geldiğince yardım ederiz, bunları hem fiilen hem kalben destekleriz.

Bu şu hususta da aynı şekilde geçerlidir: Bizler "yalnızca tekkelerde zikir çekerek İslam'ın hakim olması mümkün değildir" diyor olabiliriz. Ama bunu dedikten sonra biz bu yolda samimi olan, batıla sapmayan Müslümanlara düşmanlık duymak veya kin tutmak gibi bir hal içerisine giremeyiz. Bu kimselerin yaptığı amellerin altını oymaya, ortaya koydukları işleri baltalamaya çalışmayız. Deriz ki "onlar bizim kardeşlerimizdir". Benimsedikleri yöntem bizce İslam'ın askeri, siyasi ve sosyal zaferine ulaşacak bir yöntem olmasa dahi ne olursa olsun onlar bizim kardeşlerimizdir.

Müslümanlar olarak benimsediğimiz mantık işte bu olmalıdır. Elbette bizim, bu kardeşlerimizin doğru olmayan yöntemlerini usulüne uygun şekilde tenkit etmemiz gerekir. Bu şekilde başarıya ulaşacak ortak bir yöntemde bir araya gelmeye elbette çalışmamız gerekir. Fakat bu onların amellerini küçümseyebileceğimiz yahut işlerini bozabileceğimiz anlamına gelmez. Şüphesiz bu, uyguladıkları yöntemler ve yaptıkları ameller İslam dairesinde kalan kesimler için geçerlidir. Başta demokrasi olmak üzere çeşitli küfür sistemlerine doğrudan dahil olan, particilik benzeri çalışmaları fiilen yöntem edinen, İslami hükümleri çalışmalarına tatbik etmeyen kimselerle bu şekilde bir hukukumuz olması ise mümkün değildir. Zira bunlar, Allah'ın koyduğu hudutların dairesi dışarısında hareket etmektedir.

Müslümanlar: Bileşik kaplar

Şunu net olarak bilmek gerekiyor. Müslümanlar bileşik kaplar gibidir. Bildiğiniz üzere bileşik kaplar birbirinden farklı hacim ve şekillerde olan ancak alttan birbirine bağlı olan birçok kaptan oluşur. Bunların şekli, hacmi vesaire ne olursa olsun hepsinde sıvı seviyesi aynı kalır. Müslümanların kimi farklı şekillere, hacimlere, yapılara sahip olabilir. Ama kendini Müslüman olarak niteleyenler ve hakikaten İslam'ı bozacak amellerde bulunmayanlar arasında bu bileşik kaplar teorisi geçerlidir. Yani Müslümanlardan bir grubun zayıf düşmesi, güçsüz düşmesi, hedef alınması, suçlanması, hapsedilmesi, itham edilmesi bize bir şey katmayacağı gibi bizden çok fazla şey götürür. Hülasa bizler Müslümanlara gerçek bir kardeşlik hukukuyla muamele etmeliyiz, bunu kalbimize yerleştirmeliyiz.

Bizler, fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya dek Allah yolunda mücadeleye gönüllü olmuş durumdayız. Bunun ardından, bu mücadeleyi nasıl yapacağımız hususunda en çok dikkat etmemiz gereken şey budur. Yaptığımız amellere odaklanmak, iş yapmak, ürün ortaya koymak. Başka Müslümanların yaptıklarına odaklanmamak, onları suçlamamak, kavga etmemek, onların kuyusunu kazmaya çalışmamak. Bizim başkalarının yanlışları ile uğraşma, onları suçlama, onlarla kavga etme, onların kuyusunu kazma ve kendi nefsimizi ön plana çıkarma gibi dertlerimiz yok. Bu esasında niyet ile de ilgili bir husus ve niyetimizi sürekli olarak gözden geçirmemiz gerekiyor. Bizim niyetimiz Allah rızası ise başka insanlarla nefsimizi münakaşa ettirmememiz icap ediyor.

Bu hususta insanın kendi nefsini terbiye etmesi gerekiyor. Yani yeri geldiği zaman hakarete uğramayı, olumsuz davranışlarla karşı karşıya kalmayı, örselenmeyi, aşağılanmayı göze alması ama buna rağmen karşısındaki Müslümanlara kendi diliyle ve eliyle eziyet etmemesi gerekiyor. Bu, yapması oldukça zor olan ama gerçek bir İslami mücadelenin temeli niteliğinde olan bir şey. Elbette günümüzün İslami mücadelesinin en temel zorluklarından birisi bu noktada kendini gösteriyor. Biz maalesef hak yolun davetini yaparken aynı zamanda kendisinin hak olduğunu iddia eden diğer yanlış yollara karşı da mücadele etme sorumluluğu taşıyoruz. Şüphesiz Allah bu zorlukla bizim için elbette bir hayr murat etmiştir.

Bu zorlukla başa çıkarken başkalarını kötüleyerek değil kendi işimizi iyi yaparak bu yolumuzun davetini yapmamız gerekir. Kimin ne kadar kötü olduğunu anlatıp, sürekli olarak başkalarını eleştirip kendisi hiçbir iş ortaya koymayanlar gibi olmamamız gerekir. Bizim yapacağımız şey kendi işimize bakmak, inandığımız üzere amel etmek, birleştirici olmak, kadro haline gelmek ve en tepeye oynamaktır. Nihayetinde güç, hakimiyet eğer iyi kullanılırsa sevgiyi de beraberinde getirmektedir. Bugün kendini İslam'a nispet eden siyasilerin İslami yönlerden farklı kesimlerin dahi tepkisini çekecek birçok farklı inanışı ve davranışı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen bu siyasiler ortak bir sevgiye muhatap olabiliyor. Bu neden kaynaklanıyor? Devlet gücünden ve otoriteden. Otorite iyi kullanılırsa insanlara kendisini sevdiren bir şey haline gelebiliyor, bunu hiçbir zaman unutmamak lazım. Sürekli olarak "vahdet, vahdet" diyoruz. Esasen Müslümanlar arasında vahdetin oluşmasının ve İslam'ın yayılmasının en temel yollarından biri de güç olmak, otorite olmak, kadro olmak. Örnek olarak Mekke'nin fethi öncesi ve sonrasındaki Müslüman sayılarına bakabiliriz. Mekke'nin fethinde İslam ordusu yaklaşık 10 bin kişiden oluşurken, 2 yıl sonraki veda haccına takriben 120 bin Müslüman katılmıştı.

Rasulullah'ın örnekliği

Bu noktada bizlerin mücadele yöntemimizi kurgularken en fazla aklımızda bulundurmamız gereken şey Rasulullah'ın sünneti. Allah şöyle buyuruyor:

"Andolsun, Allah'ın Resulü'nde sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır." (Ahzab Suresi, 21)

Rasulullah'ın örnekliği İslam fıkhı konusunda olduğu kadar siyaset, sosyal hayat, ahlak, davet, savaş gibi açılardan da geçerlidir. Bizler maalesef çoğunlukla bu örnekliği ihmal ediyoruz. Oysa burada soyut ve donuk bir kalıp değil, yaşayan bir örnek var. Bu canlı örnek kendi hevasından da hareket etmiyor, bizatihi Allah'ın vahyi ile yönlendiriliyor.

Örneğin Allah'ın Müslümanlara cihad için izin vermesi hususu. Çoğumuz burada salt olarak tarihi bir okuma yaparak kendimizi hüküm koyucunun yerine koyuyor ve öyle düşünüyoruz ancak bu hatalı bir tutum. Birçoğumuz düşünüyor ki "Rasulullah devlet kurduktan sonra cihad etti, cihad emri ancak devlet kurulduğu zaman geldi." Fakat buradaki sebep sonuç bağlantısı beşeri bir akılla kuruluyor. Halbuki düşüncemiz şöyle olmalı: "Allah ne zaman cihadı emrettiyse Allah Rasulü de o zaman cihad etti." Allah cihad emrini Mekke döneminde verseydi Müslümanlar bu emre uymayıp Medine gibi bir şehre gitmeyi mi bekleyeceklerdi? Devlet kurmayı mı bekleyeceklerdi? Yoksa Allah'ın emrine mi itaat edeceklerdi? Veya Allah Medine döneminde cihad emri vermeseydi Müslümanlar devlet kurduktan sonra kendileri öyle uygun gördüğü için savaşa mı çıkacaklardı? Hayır. Burada Rasulullah'ın önderliğinde Müslümanların kendilerini tamamen Allah'ın emrine bağladıklarını görüyoruz.

Kısacası İslami mücadele tamamen Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda gelişen ve vücut bulan bir şeydir. İnsanların kendi arzularının, kendi nefislerinin peşinden giderek yaptığı bir şey değildir. Bunu iyice idrak etmeliyiz..

Yani bu hususta aklımızdan çıkmaması gereken bir diğer nokta da şu: İslami mücadele dediğimiz şey her zaman Allah'ın buyrukları doğrultusunda hareket etmeyi gerektiriyor. Yani "şöyle bir şey yapayım, bu belki işte dinen uygun değil ama Müslümanların zafer kazanacağı yol bu olabilir" gibi bir anlayışla düşünmemek. Nihayetinde biz biliyoruz ki, bir kişi İslami mücadele için çalıştığında salt olarak dünyevi bir hakimiyet için çalışmıyor. İslam'ı benimseyenleri modern bir ulus gibi görüp onların salt olarak dünyevi üstünlüğü için çaba göstermiyor. Bilakis Allah'ın buyruklarını yerine getirmek için bunu yapıyor. Öyleyse Allah'ın buyruklarını yerine getirmek için yapılan bir mücadelede Allah'ın buyruklarını çiğnemek makul bir davranış olarak görülemez.

Üstelik şöyle bir yanlışa da şahitlik ediyoruz: Bazı kesimler Allah'ın hükümlerini çiğneyerek yapılan işleri sanki Allah'ın dininin hakim olması için tek geçer yol olduğu gibi bir yanılgı içerisinde hareket ediyor. Bu sanki, "Allah kendi dininin hakim olması için belli başlı haramların işlenmesinden başka yol bırakmadı" demek gibi sorunlu bir anlam içeriyor. Bu oldukça yanlış bir zihniyete kapı aralıyor. Halbuki Allah azze ve celle şöyle buyuruyor:

"Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir." (Ankebut Suresi, 69)

Müslümanların birbirlerini sevmesi

İslami mücadele yolunda Müslümanların genel olarak ihmal ettiği bir diğer nokta da sevgi, muhabbet.

Sevginin insanları nasıl bağladığı hususunu çoğunlukla gözden kaçırıyoruz. Bu hususta yine Rasulullah'ın örnekliğini görmek mümkün. Sahabeyi birleştiren en önemli etkenlerden biri de Rasulullah'a ve onun getirdiği dine olan sevgilerinin ortak olmasıydı. Rasulullah vefat ettikten sonra fitnelerin kolaylaşmasının bir sebebi de ortak olarak sevilen kişinin yokluğuydu. İşte bu sebeple Müslümanların yaptıkları işlerde birbirlerini, başlarındaki emirlerini ve cemaatlerini severek bir araya gelmesi çok önemli.

Müslümanlar İslami mücadeleyi sürekli şikayet ettikleri bir angarya gibi görmemeli, yapmaya mecbur oldukları bir şey zihniyetiyle yürütmemeli. Sürekli toplanıp sohbet etmek bir adet haline geldiğinden de yürütmemeli. Allah'ı, Rasulullah'ı, bu dini, bu dine inananları ve Allah yolunda mücadeleyi gerçekten sevdiği için yürütmeli. Rasulullah'ın şu hadisi bu hususta gerçekten çok büyük öneme sahip:

Ebu Hureyre radıyallahu anh'tan rivayet edildiğine göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Nefsim elimde olana yemin olsun ki siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız." (Sahih, Müslim rivayet etti)

İslami çalışmanın realitesi

Nihayetinde siyerin bize büyük bir örnek oluşunu görüyoruz. Şu iki ayet arasındaki süreci kapsayan bir İslami mücadeleyi zihnimizde tasavvur edelim:

"Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar!" (Müddessir Suresi, 1-2)

"Allah'ın yardımı ve fetih gelince, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce, hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan bağışlanma dile. Çünkü O tevbeleri çok kabul edendir." (Nasr Suresi)

Yani bizler tek bir kişinin, Rasulullah'ın kalkıp uyarmaya başlamasıyla başlayan ve insanların fevc fevc Allah'ın dinini benimsemesiyle nihayete eren, müthiş bir mücadele sürecinden bahsediyoruz. Bu mücadele sürecinin her bir detayını bizim çok iyi bilmemiz, zihnimize nakşetmemiz gerekiyor. Her bir detayından örnek almamız gerekiyor.

Bu sürecin detaylarından biri de Rasulullah'ın o dönemin siyasi ve sosyal yapısı içerisinde, düşmanları olan müşriklerin kendisini kolay kolay yok edemeyeceği bir alan inşa etmiş olması. Örneğin Rasulullah, amcası Ebu Talib'in ve aşiretinin desteğini aldı. Mevcut siyasi-sosyal düzen içerisinde bir yer elde etti. Yine de o siyasi düzene tabi olmadı, onu meşrulaştırmadı, onu tasdik etmedi, o siyasi düzenden beri durdu. Mesela amcası Ebu Talib'e hürmet etmesine, onun himayesinden yararlanmasına ve ona saygısızlık etmemesine karşın, ona bir Müslüman gibi de muamele etmedi.

Bu anlayabilenler için müthiş bir detaydır. Nihayetinde Ebu Talib'in ve aşiretinin koruması sebebiyle müşrikler çok uzun bir müddet Rasulullah'a el süremediler. Müslümanların bugün tıpkı bu şekilde kendilerini içerisinde yaşadıkları toplumun tabii parçalarına, sosyal hayatına ve yaşantısına entegre etmeleri gerekiyor ki düşmanları tarafından kolayca hedef alınamasınlar, sökülüp atılamasınlar. Bu himaye bugün ailemiz, aşiretimiz, hemşehrilerimiz, yaşadığımız semt olabilir. Elbette hakka hak, batıla batıl diyebilmemiz ve Allah'ın hudutlarına riayet etmemiz şartıyla. Mevcut küfür sistemlerine entegre olmamamız şartıyla. Onların gücüyle yetinmeye kalkmayıp kendi öz gücümüzü elde etmemiz şartıyla.

Bir diğer detay Rasulullah'ın ashabıyla birlikte İslam devleti için bir kadro inşa etmiş olması. Rasulullah ashabına sadece Allah'ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eden bir elçiden ibaret değildi. Sahabeleri karakter açısından, sosyal açıdan, siyasi açıdan, ahlaki açıdan, devlet yönetimi açısından terbiye etti, yetiştirdi. Bu kimseler İslam davetini benimseyen, kuvvetli bir şekilde onu özümseyen ve geleceğe taşıyan insanlar olarak, İslam devletinin potansiyel yöneticileri olarak yetiştiler. Bu kadro ile İslam'ın sosyal gücü büyüdü, Mekke toplumunda Müslümanların somut bir yeri oldu ve müşrikler için tehdit haline geldiler. Bu tehdidin ardından müşrikler Müslümanlara işkence etmeye, boykot uygulamaya başladılar. Onları yok etmeye çalıştılar. Hicret de bunun üzerine yaşandı ve Rasulullah'ın yetiştirdiği bu kadro Medine'de kurulan İslam devletinin ileri gelenleri, yöneticileri, komutanları oldular. İslami mücadelenin yetiştirdiği kadro sosyal bir yapıdan siyasi bir varlığa döndü. Kadrolar yetiştirmenin önemi burada yatıyor, zira bizler tarihin, yani Allah'ın kaderinin bizlere ne gibi fırsatlar sunacağını bilmiyoruz. Bu fırsatların çıkması halinde şayet elimizde kadrolar olursa bu fırsatları İslami mücadele için değerlendirebiliriz.


Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı toplam 1780 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
1 Yorum
Mahmut Cemil İnce Arşivi