Hilafetin ihyası meselesi ve yöntem problemi
Hilafetin yıkılmasından sonra kurulan İslami grupların çoğu hilafetin yeniden tesis edilmesinin önemini kabul etmektedir. 1980 ve 1990'lı yıllarda Selefiler, İhvân, Cemaat-i İslami, Hizbu't Tahrir, cihad cemaatleri ve hatta bazı Sufilerin hilafetten bahsettiği bir dönem vardı. O zamandan beri ve Batı'nın bu fikirden hoşlanmadığını ve buna müsamaha göstermeyeceğini açıkça ortaya koyması nedeniyle, bazı gruplar hilafetten bahsetmekten tamamen geri dururken, diğerleri bu meseleyi yumuşattı. Sadece birkaçı İslami sistemi yeniden kurma çağrısında kararlı kaldı.
İslami grupların hilafeti yeniden kurmak için önerdikleri yöntemler şunlardı:
1- Terbiye yoluyla ve sonra bir şekilde durumumuz değiştiğinde hilafet yeniden kurulacaktır. Bazıları ise "ümmet hazır olana kadar terbiye-ıslah faaliyeti yapacağız ve sonra Allah'ın düşmanlarıyla savaşacağız" demektedir.
2- Demokratik sisteme katılıp iktidara ulaşarak.
3- Hizbu't Tahrir'in metodu. Yani Hilafetin önemi konusunda ümmeti bilinçlendirmek, Müslümanları siyaset konusunda eğitmek ve nusret-yardım aramak.
4- Allah'ın dinini ikame etmek için Allah yolunda savaşmak.
Birinci yöntemin savunucuları, uygulama aşamasına geçmek için yeterli terbiye-ıslah seviyesine ne zaman ulaşacağımız konusunda ümmete hiçbir zaman bir ölçüt vermediler ve bu nedenle cihad görevini reddederken sürekli bir terbiye verme durumunda kalacaklar.
Ayrıca, terbiyenin sadece bir nesil içinde olması gerektiği ve birçok nesli içerisine almadığı noktasını da gözden kaçırmaktadırlar. Yani Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in takva ile başlayan ve cihad ile sona eren değişimi bir neslin ömrü içinde gerçekleşmiştir. Hepsi 23 yıl içinde gerçekleşmiştir. Ümmetteki diğer tüm başarılı değişimler bir nesil içinde gerçekleşmiştir. Tarih bunun şahididir.
Demokratik seçimlere katılarak değişimi destekleyenler, demokrasinin küfür olduğunu ve ona inanmadığımızı, ancak onu iktidara ulaşmak için bir araç olarak kullandığımızı ve iktidara ulaştıktan sonra İslam'ı uygulayacağımızı söyleyerek işe başladılar. 1980'li yılların sonu ve 1990'lı yılların başında İhvan'ın önde gelen her bir üyesinden duyduğum şey buydu. Bu konuda kamuoyunda yapılan tartışmaları çok net hatırlıyorum çünkü o dönemde Selefiler bu noktada İhvan'a çok karşıydı. Aynı noktayı tekrar tekrar dile getiren bazı İhvan şeyhleri ile yaptığım özel tartışmaları da net bir şekilde hatırlıyorum: Demokrasi İslami değildir. Biz seçimlere katılıyoruz ancak niyetimiz sistemi içeriden değiştirmektir.
Bu yöntemle ilgili üç sorun var:
Birincisi: Demokrasiyi kullanmak ve demokratik sisteme bağlı olduğunu iddia etmek ama esasen ona inanmamak bir aldatmaca ve yalandır. Eğer Müslümanlar düşmanla savaş halindeyse, düşmana karşı aldatma kabul edilebilir. Sorun şu ki, demokratik sürece dâhil olan belirli gruplar kâfirlerle savaş halinde olduklarına inanmıyor, Müslümanlar ile kâfirler arasında bir antlaşma olduğuna inanıyorlar. Eğer kâfirlerle bir antlaşma içindeysek, o zaman onlara karşı hile kullanmamıza ve yalan söylememize izin verilmez. İlk sorun budur.
Bir sonraki sorun ise bir yalanı yeterince uzun süre tekrarladığınızda sonunda ona inanmaya başlamanızdır. Bu grupları 1980'li yıllardan tanıyanlar için zaman içinde ne kadar değiştiklerini görmek çok garip. Şimdi diyorlar ki -ben bunu önde gelen üyelerinden birden fazla kez duydum- artık demokratik sisteme gerçekten inanıyoruz. Mermiye değil oy sandığına inanıyoruz. Ve eğer oy sandığı laik ya da inançsız bir partinin kazanmasına karar verirse bunu kabul edeceğiz.
Müslümanlar olarak İslam'ı insanların kaprislerine maruz bırakmamalıyız. "Eğer onlar İslam'ı seçerse biz uygularız, seçmezlerse kitlelerin seçimini kabul ederiz" dememeliyiz. Bizim pozisyonumuz, kitleler istese de istemese de Allah'ın hükmünü yeryüzünde kılıçla uygulayacak olmamızdır. Şeriat ahkamını popülerlik yarışmalarına tabi tutmayacağız. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki "Ben kıyamete yakın zamanda kılıçla gönderildim. Ta ki yalnızca ortağı olmayan Allah'a ibadet edilsin."1 Bu yol, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in yolu, bizim takip etmemiz gereken yoldur.
Son sorun ise Müslümanların yönteminin bir tür "sızma yöntemi" olmaması gerektiğidir. Müslümanlar sisteme sızmaya ve içeriden çalışmaya uğraşmazlar. Bu bizim yolumuz değildir. Bu Yahudilerin ve münafıkların yoludur ama Müslümanların yolu değildir. Biz dosta ve düşmana karşı dürüst ve açık sözlüyüz. Niyetimizi açıkça ortaya koyarız ve davetimizi açıkça ilan ederiz: "Sizin dininiz size, benim dinim bana." İster Amerika'da ister Müslüman bir ülkede olsun sisteme sızmak istemiyoruz. Yahudiler, ister Endülüs ister Osmanlı hilafeti isterse de günümüzün Batılı hükümetleri olsun, altında yaşadıkları her hükümete sızmış olanlardır. Onların gizli bir gündemi var, bizim yok. Yahudiler ve onların kardeşleri olan münafıklar, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in yönetimine sızmaya çalışmışlar ve Kur'an tarafından ifşa edilmişlerdir:
"Ehl-i Kitap'tan bir grup şöyle dedi: 'Müminlere indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) inanıp akşamleyin inkâr edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler.'" (Âl-i İmran Suresi, 72)
Böylece mümin olurlar ve topluma girerler, ancak günün sonunda oradan ayrılırlar. Allah ayrıca, müminlerin arasında oturup duyduklarını Yahudilere aktaran münafıklardan da bahseder.
Bu nedenle, sisteme dahil olmamız ve onu içeriden değiştirmemiz gerektiğini söyleyenler Müslümanların yolunu takip etmiyorlar ve eğer karakterleri bir Müslümanın karakteri ise başarısız olacaklar çünkü sızma bir Müslüman tavrına sahip olursanız işe yaramaz. Ancak sisteme sızmayı başarırlarsa, bu onların karakterlerinin Müslümanların değil Yahudilerin veya münafıkların karakteri haline geldiğinin kanıtıdır.
Bununla bağlantılı bir nokta da, İslami geçmişten gelen ve günümüzün siyasi sistemleri içinde uzun süre çalışmış olan kişilerin, politikanın tüm olumsuz yönlerini taşıyan politikacılar haline gelmeleridir: Aldatıcı, renk değiştiren, materyalist ve yöntemlerinde Makyavelist. İslami hareketlerin güçlü tebliğ programlarında yetişmiş olabilirler ama bir süre sonra siyasi arenada değiştirmeye çalıştıkları kişilere dönüşüyorlar. Yemen'deki İslami hareketin bir liderinin dediği gibi, tanıdığım insanların başına gelenleri kendi gözlerimle gördüm: "Onları kurtların dünyasına koyun olarak gönderiyoruz, ancak bize yenmiş bir iskelet olarak geri dönüyorlar." Sistemin içinden çalışmanın ne gibi sonuçlar doğurduğuna dair canlı bir örnek istiyorsanız Sudan ve Türkiye'den başkasına bakmanıza gerek yok. Her iki ülkedeki iktidar partileri de İslamcı olarak yola çıktılar ve sonunda çürümüş ve yozlaşmış çevrelerindeki herkes gibi oldular.
Hizbu't Tahrir'in yöntemine gelince, Ürdün'deki Hizbu't Tahrir üyeleriyle ilk kez 1990'lı yılların başında temas kurdum ve onları tartışmacı ancak iyi huylu ve kibar buldum. Hizbu't Tahrir hakkındaki ilk bilgilerimi onlardan aldım ve onlar grubun çekirdek üyeleriydi. Hizbu't Tahrir, ümmetin hilafet konusunda bilinçlendirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca siyasetin ve siyasi bilincin İslam'la hiçbir ilgisi olmadığı yönündeki yanlış düşünceye karşı koymada da rol oynamışlardır.
Ancak Hizbu't Tahrir'in hilafeti yeniden tesis etme yöntemi, basitçe söylemek gerekirse, işe yaramayacaktır. Nusret-yardım gelene kadar beklemek bir mucize beklemektir. Nusret'i vermesi ve Allah'ın dinini ikame etmesi beklenen aşiretler ya da askeri generaller sadece tartışmalarla bizim safımıza çekilemez. Onlar ancak, bir grup müminin, söyledikleri gibi yaşadıklarını ve sahip oldukları her şeyi Allah yolunda feda ettiklerini gördüklerinde ikna olacaklardır. Diğerlerine de katılmaları için ilham verecek olan budur. Dine nusret veren güçlü insanların iki başarı öyküsünden bahsedilebilir. Bundan Irak'ta ABD işgaline karşı direnişe katılan Baas rejiminin bazı eski subayları ve Sovyet ordusunda yüksek rütbeli bir subay olan Çeçenistan'ın eski cumhurbaşkanı Cevher Dudayev'dir. Bu iki başarılı örnek de tartışmalar, gösteriler ve broşürlerle değil, Allah yolunda mücadele eden insanların canlı örneklerini görerek kazanılmıştır.
Bu beni hilafeti yeniden tesis etmenin dördüncü yöntemine götürüyor ve bu da Allah yolunda cihaddır. Buna karşı sunulan argüman, şu anki durumumuza benzer tek durumun Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in önce bir İslam devleti kurması ve ardından cihad ettiği, yani devleti kurduktan sonra cihad ettiği argümanıdır. Ciddi bir fark göz ardı ediliyor, o da şudur: Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Medine'deki devleti kurduğunda işgal edilmiş bir İslam toprağı yoktu. Bu ciddi ve büyük bir fark değil mi? Bugün İslam dünyası işgal altındadır ve alimlerimizin ifadeleri, Müslüman topraklarını kurtarmak için savaşmanın her Müslüman için farz-ı ayn olduğu konusunda açıktır. Bir şey farz-ı ayn olduğunda farz-ı ayndır. Bunun aksini teori veya varsayım olarak ileri süremezsiniz. Hüküm açıktır ve bunun sonuçları da açıktır. Dolayısıyla, cihadın hilafeti tesis etmenin yolu olduğuna inanmasanız bile, cihadın farz-ı ayn olduğunu ve Hizbu't Tahrir'in durduğu noktanın ise bu olmadığını kabul etmelisiniz. Ayrıca farz-ı ayn olan ve savunma cihadı olan cihad, katılmak isteyen kişinin imamdan, ebeveyninden, eşinden, köle ise efendisinden veya borçlu ise borç verenden izin almasını gerektirmez.
Ayrıca gerçek dünyada bunun kanıtlarını gördüğümüzde neden bu noktada tartışalım ki? Geçtiğimiz on yılda İslami yönetimin mükemmel olmaktan uzak olsa da en başarılı iki örneği Afganistan'daki Taliban yönetimi ve Somali'deki İslami Mahkemeler Birliği'ydi. Her iki ülkede de barış, güvenlik ve hukukun üstünlüğünü sadece bu Müslüman savaşçılar getirdi. Her iki hareket de iktidara seçimler ya da tartışmalar yoluyla değil, savaş yoluyla ulaştı. Onlar başarısız oldukları için değil, ümmet onları başarısızlığa uğrattığı için yıkıldılar. Bununla birlikte, orada burada birkaç muharebe kaybedilmiş olsa da savaş bitmiş değil. Güncel olayları takip eder ve onlara dikkatli bir gözle bakarsanız, kan kaybından ölmekte olanın Müslüman savaşçılar değil düşman olduğunu fark edersiniz. Çok yakında dengeler değişecek.
Cihad ile kastedilenin nefis ile cihad mı yoksa kılıç ile cihad mı olduğu konusunda genellikle kafa karışıklığı yaşanıyor. Bu sebeple ben sadece birini ya da diğerini kastetmiyorum. Birini ya da diğerini dışlamıyorum. Burada cihaddan kastım sadece eline silah alıp savaşmak değildir. Cihad bundan daha geniştir. Bu bağlamda cihad ile kastedilen, ümmetin düşmanıyla savaşmak ve onu yenmek için gösterdiği topyekûn çabadır. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor: "Müşriklere karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle cihad edin"2. Bu, Clausewitz'in "topyekûn savaş" olarak adlandırdığı, ancak İslami angajman kurallarıyla yapılan bir savaştır. Bu, hem savaş meydanında yapılan bir savaş hem de insanların kalplerini ve akıllarını kazanmak için yapılan bir savaştır.
Dipnotlar
1-Hadisin tamamı şöyledir: "Kıyamete yakın zamanda kılıçla gönderildim. Ta ki yalnızca ortağı olmayan Allah'a ibadet edilsin. Rızkım mızrağımın gölgesinin altında kılınmıştır. Zillet ve alçaklık, emrime muhalefet edenlere yüklenmiştir. Kim bir kavime benzerse o da onlardandır." Bu hadisi İmam Ahmed bin Hanbel (rahimehullah) ile Ebu Davud (rahimehullah) rivayet etmiştir.
2-Müsned, lll, 124; Ebu Davud, "Cihad': 17
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Makale için teşekkürler.
Yanıtla (1) (0)Allah c.c. Evlakiyi şehitlerden eylesin. Gerçekten samimi bir Müslümandı. Rabbim ona gördüklerini çok iyi müşahede etme ve ifade etme becerisi vermiş. Allah'ım, bizlerin de okuduklarını anlamayı ve anladığıyla yaşamayı, yaşatmayı ve dinine yardım etmeyi nasib eyle...
Yanıtla (4) (0)Allah razı olsun çok faydalı bir makale
Yanıtla (4) (0)Allah Şeyhe Rahmet eylesin
Yanıtla (4) (0)