İslami Çalışma Dersleri 11: İslami hareketin dünya ile ilişkileri
Müslümanlar, İslami çalışmalar sırasında kendilerinden olan ya da olmayan, sevdikleri yahut sevmedikleri, dost yahut düşman her tür kişi veya grupla belirli bir ilişki kurmak durumunda. Bu noktada kastımızın sadece "herkesle müzakere edeceğiz, oturup konuşacağız, dost olacağız" gibi bir yaklaşım olmadığını anlamak gerekiyor. Zira düşmanlık etmek, kavga etmek de bir ilişki türüdür. Bizler kimileriyle doğrudan bir ilişki kurarken kimileriyle dolaylı ilişkiler kurabiliriz. Kimiyle ilişkimiz daha yumuşak, kimiyle daha çatışmacı olur. Kimileriyle ilişkimiz sadece karşılıklı faydaya dayalıyken kimileriyle kardeşlik hukukuna dayalıdır. Ancak herkesle ve her kesimle bir ilişkimiz olmak zorundadır. Çünkü İslami hareket, içerisinde yaşadığı toplumdan ve dünyadan izole olup kabuğuna çekilemez.
Bu doğrultuda, İslami hareketin toplumla ilişkilerini inceleyeceğiz. Bu ilişkilerin tamamı bir sokaktan mahalleye, bir şehirden ülkeye ve uluslararası bir düzeye kadar uzanacak şekilde düşünülebilir.
Bu noktada (İslami hareketin kendisi dışında) dış ilişki kuracağımız kesimleri genel itibarıyla, Müslümanlara ve İslam'a yönelik bakışlarına ve eylemlerine göre bazı gruplara ayırmamız mümkündür:
- İslami çalışmalara, İslami harekete doğrudan dahil olmamakla birlikte çalışmalara/harekete iyi gözle, severek bakanlar, bu çalışmaların çevresinde hayatlarını sürdürenler.
- İslami çalışmaların-cemaat faaliyetlerinin dışında kalan, İslami esasları tam olarak özümsememekle beraber genel olarak geleneksel bir yaşantıyı benimseyen çevreler.
- İslam ve küfür arasında tarafsız olup kendi hayatlarıyla-ideolojileriyle meşgul olanlar.
- İslami harekete genel anlamıyla muhalif olanlar.
- İslami harekete ve tevhid davasına düşmanlık edenler.
Genel olarak bu kesimlerle nasıl ilişkiler yürüteceğimize dair temel esaslardan bahsedelim.
Toplum kesimleriyle ilişkiler
İlk olarak belirtmemiz gerekir ki, ferden veya grup olarak İslami hareketin dışındaki herkese aynı yabancılıkla davranmak, İslami hareketin dışındaki herkesi birleştirecek ve Müslümanların işlerini zorlaştıracaktır. Bu sebeple toplumsal ilişkilere dair daha incelikli ve detaylı hareket etmek üç büyük kazanımı beraberinde getirir:
- İslami hareketin dostlarını artırır.
- İslami hareketin düşmanlarını azaltır.
- İslami hareketin düşmanlarının arasını böler.
İslami harekete iyi gözle bakanlar
İlk olarak, İslami harekete iyi gözle bakan kesimlerle şöyle bir ilişki kurmak gerekir: Onları daima İslami hareket atmosferine dahil edecek, onların emellerinden ve amellerinden İslami hareket kapsamında faydalanabilecek ve onları bizden uzaklaştırmayacak şekilde hareket edilmelidir.
Şu hususa dikkat etmeliyiz. Bu kimseler ile İslami harekete doğrudan dahil olanlar arasındaki temel fark şudur: Bu kimseler, söylediğimiz gibi, bazı sebeplerle doğrudan İslami harekete dahil olmayanlardır. Bu sebeplere örnek olarak kişinin karakterlerindeki farklılıklar, düşünce tarzlarındaki veya pratik anlayışlarındaki değişiklikler, hayat şartları gösterilebilir. Örneğin bir kimse daha derviş meşrep birisi olabilir, doğrudan siyasi meselelerle ilgilenmek istemeyebilir, bu meseleler onu yıpratabilir ama İslami mücadeleye iyi gözle bakıyordur. Bu kimseye "sen illaki bu çalışma içine geleceksin, şunu yapacaksın, bunu yapacaksın" deyip de tamamen bu mücadeleden onu soğutamayız. Bu kişiyi itemeyiz de atamayız da. Zira o nihayetinde İslami mücadeleye sempatik bakan, taraftar olan bir insandır. Keza daha yumuşak tavırlı olan, çok fazla kavgaya, çatışmaya bile gelemeyen insanlar da aynı şekilde.
Örneğin çalışma pratiği konusunda doğrudan bizlerle aynı düşünmemekle beraber, farklı İslami ekollerin içinde olmakla beraber, bu İslami mücadele pratiğine güzel nazarla bakanlar da vardır. Örneğin bir tarikat içerisindedir, bir siyasi parti ile yakın düşünür ama bu Allah yolundaki mücadeleyi olması gereken bir faaliyet olarak bulur, karşı çıkmaz. Bu çalışmalara gönülden bağlıdır, hatta destek olur. Bu kişilerin yol ve yöntemlerindeki hataları benimsemiyor olsak dahi onları kendimizden itemeyiz. Bu kişilere "Sen tarikatçısın, senin ne işin var burada?" ya da "Sen particisin, zaten şöylesin, böylesin" gibi suçlamalarla yaklaşmamak gerekir. Bu kimselerin iyi yanlarını öne çıkarmak, onlara müspet yaklaşmak, onlara nasihat ve davet ile yaklaşmak, gönüllerini kazanmak gerekir.
İlişki kurmamız gereken hiçbir kesime "doğrudan benim yanımda olmayan herkes benim düşmanımdır, uzak olsunlar" mantığında bakamayız. Böyle yaparsak "uzak olsunlar" dediğimiz insanlar başka yapıların çevresinde bir araya gelirler. Ki maalesef bu yapıların istismarcı, zulme ve küfre hizmet eden yapılar olduğunu görürüz. Oysaki bizim yapmamız gereken şey, bizimle birebir aynı düşünmese bile, hatta bizden tamamen farklı düşünse bile, bizim mücadelemize hayırlı bir gözle bakanları bir şekilde çevremizde toplamaktır. Onları kazanmaya çalışmaktır. Onları kendimizden uzaklaştırmamaktır.
Geleneksel çevreler
Bunun ardından "geleneksel çevreler", belki de "muhafazakârlar" olarak tanımlayabileceğimiz kesime geçebiliriz. Esasında bunları yekpare bir şekilde değerlendirsek de bu kesim oldukça farklı alt gruplardan oluşuyor. Genel olarak tanımlayacak olursak bunlar Müslüman kimliğine sahip olan, ibadetlerini yerine getiren ya da getirmeyen ama belli İslami normlara, belli değer yargılarına sahip olan, ayrıca İslam'a veya İslami mücadeleye bir düşmanlık beslemeyen insanlardır.
Söylediğimiz üzere, bu grubun içerisinde çok farklı kesimler vardır. Bunların önemli bir kısmını geleneksel bir İslami kültür almış (örneğin çocukluğunda Kur'an kursuna gitmiş) insanlar oluşturur. Genellikle sağ partilerin, tarikatların, medreselerin, cemaatlerin, derneklerin ve farklı İslami hiziplerin etrafında toplanmışlardır. Tabanları da genellikle çeşitli sivil toplum kuruluşları, vakıflar, dernekler üzerinden örgütlenmiştir. Son dönemde bu kesimin birçoğunun örgütsüz olduğu, genel milli-manevi değerlere bağlılık üzerinden kendilerini ifade ettikleri dikkat çeker.
Bu kesime yönelik tutumumuz, İslami mücadeleye iyi gözle bakan ilk grupla genel olarak aynıdır. Ancak fark şuradadır: Bu "geleneksel" grup, İslam'ın çağımızdaki siyasi durumunu ve tevhid mücadelesinin günümüzdeki siyasi anlamını idrak etme açısından daha olumsuz bir noktada bulunur. Bu yöndeki yaklaşımlara da ön yargıyla bakar. Bunlar içerisinde İslami açıdan ıslah ve nasihate ihtiyaç duyan düşünceler daha fazladır. Örneğin demokrasiye dair düşünceler, statükoya olan bağlılık, siyasete dair yüzeysel ve dar yaklaşımlar, şeriat ahkamı gibi konular... Bu kesim nezdinde tüm bu mevzulara özel bir önem vermek, ancak hassas bir yaklaşıma sahip olmak gerekir.
Yine bu kesim içerisinde, genel olarak İslami harekete bakış açısından dikkat çekici farklar gözlemlemek mümkündür. Bunlar içerisinde İslami hareketin mücadelesine pek dahil olmasa da bu çalışmaları destekleyen insanlar da olabilir. Ancak bir kısmında da kendisinden olmayanları tahkir etme, küçümseme, dışlama, onların amellerini değersiz görme, onları başkalarına şikâyet-ihbar etme gibi olumsuz tavırlar da gözlemlenebilir. Mesela "siz mağara devrinden kalmasınız", "siz zaten anlamazsınız", "siz hala orada mısınız?" gibi ifadeler buna örnek verilebilir. Bu suçlamalar karşısında sabrı, nasihati ve kardeşlik hukukunu korumaya çalışmak gerekir.
Öte yandan, aktif İslami mücadeleden uzak durmak ve pasif mücadele yöntemlerine sıkı sıkıya bağlanmak da bu kesimde yaygındır. Yani örneğin sadece parti çalışmalarını, insani yardımları, davet faaliyetlerini, medrese eğitimlerini, devlet kademelerine adam yetiştirmeyi, sivil toplum faaliyetleri gibi yöntemleri yücelterek, bunları tek doğru yol gibi benimseyebilirler. Oysa bunlar ya İslami hareket metodu dışındadır yahut tek başına sonuç vermeyen şeylerdir.
İşte tüm bu nedenlerle, bu kesimle ilişkilerimizde özel bir dikkat göstermeli, bu kesimlere karşı sabırlı, yapıcı bir tavırla yaklaşmalıyız. Bu "ne yaparlarsa yapsınlar biz karışmayalım" anlamına gelmez. Tam aksine, yaptıkları hayırlı işleri takdir ederek, güzel yönlerini öne çıkararak, ama aynı zamanda eksik gördüğümüz noktaları da uygun bir üslupla dile getirerek bir tür davet gerçekleştirmeliyiz.
Buradaki amacımız, onları kendi hiziplerinin dar kalıplarında tutmak değil, İslami mücadele pratiğine daha yakın hale getirmek, onlara Nebevi yöntemi tanıtmak ve İslami paradigma ile buluşturmak olmalıdır.
Bu kesim içerisinde, İslami harekete karşı tutum bakımından oldukça sakıncalı tavırlar içerisinde bulunanlar da çıkabilir. Bunların tavırları temelde, İslami çalışmaların maslahat ve yöntemlerini tam olarak idrak edememekten gelir. Ülke içindeki ve dışındaki İslami faaliyetlerin bu kesimlerce açıktan tenkit ve tahkir edilmesi bu tarz bir durumdur. Bu tavır, genellikle bu gibi çevrelerin laik kurumlarla-hükümetlerle olan ilişkilerinden de kaynaklanmaktadır. Bunlar, hükümetlere karşı eleştirilerini böyle açıktan dile getirmezken, İslami hareketlere karşı oldukça sert olabilirler. Bu da büyük bir problemdir. Hatta bunlarda öyleleri vardır ki, kendi hiziplerine ve yöntemlerine büyük bir taassupla bağlıdırlar. Bu sebeple, başka bir İslami yapıyı aşağıya çekmek için, laik-seküler güçlerin yanında durabilir, onlarla iş birliği yapabilirler. Bundan Allah azze ve celle'ye sığınırız.
Böyle durumlarda bizim tutumumuz bir yandan yapıcı nasihat, diğer yandan da yeri geldiğinde ifşa ve ayrıştırma olmalıdır. Bunlar özele, şahsa yönelik olmalı, camia ve kesimleri topyekûn hedef almamalıdır. Bu durumda söz konusu kişileri camialardan ayırarak değerlendirmek gerekir.
Tarafsızlar
Bir diğer kesim ise "tarafsızlar" olarak tabi edebileceğimiz kesimdir. Bu insanların ya politik bir duruşu yoktur, yani siyasetle ilgilenmezler, genellikle kendi hayatlarıyla ilgilenirler. Veya siyasetle ilgilenmekle birlikte ciddi anlamda partizan değillerdir. Yani evet, belki bir taraf tutarlar ama hararetli bir şekilde bir tarafı desteklemezler. Siyasetin ve mücadelenin bu kimseleri pek ilgilendirmediğini, genellikle ana akım neyse ona göre şekil aldıklarını görürüz. İmanın temsilcilerini de küfrün temsilcilerini de eşit oranda sevebilirler. Mesela bunlar için İslam'ın halifeleri de küfrün önderleri de "bizim"dir. Demokrasi, laiklik gibi küfür yaklaşımlarına zaman zaman vurgu yaparlar, savunurlar. Ama bunu söz konusu kavramların ne olduğunu tam olarak bildiklerinden değil, daha ziyade alışkanlık, çevre etkisi ya da medyadan etkisiyle yaparlar. Devletlerin eğitim-öğretim sistemleri bu insanların zihinlerini şekillendirmiştir.
Bu insanlar genellikle karakterlerine, anlayışlarına, eğitimlerine, mesleklerine veya sosyal çevrelerine göre şekillenmişlerdir. Bunlar uygun bir tebliğ ve davet yapıldığında İslami mücadeleye sempati ile bakabilecek insanlardır. Ancak maalesef bu kişiler çocukluklarında Kur'an kurslarıyla haşır neşir olmamış, gençliklerinde İslami çevrelerle güçlü bağlar kurmamış veya Müslümanlığı yanlış kaynaklardan öğrenmiş kişilerdir. Bu sebeple İslami bilgileri alelade mevzulardan öteye gitmez.
Bu kişilere ilgilendikleri alanlar üzerinden, hatta bizatihi hayatın kendisinden yaklaşmak gerekir. Tarih ile ilgileniyorsa tarihle, spor ile ilgileniyorsa sporla, eğitim ile ilgileniyorsa eğitimle... Veya söylediğimiz gibi, herkesin ortak derdi olan geçim mücadelesi üzerinden, adalet ihtiyacı üzerinden, mevcut düzenden duyulan rahatsızlık üzerinden bu kişilerle iletişim kurulabilir. Bu kişiler uygun bir tebliğ diliyle, uygun bir vasıtayla, muhabbet ve ilgiyle en azından İslami mücadeleye zararsız olan veya iyi bir gözle bakan insanlar haline getirilebilirler. Bunlar içerisinde ayırt edici zekâ ve dirayete sahip olanlar, doğrudan İslami mücadelenin kadrolarına da dahil olup öncü kimseler haline gelebilirler. Zira bunlarda diğer kesimler gibi bir inat veya ön yargı yoktur. İslami hareket, geçmişte bu gibi "tarafsız" kesimden olup daha sonra mücadele fikrini benimseyen şahsiyetlerle doludur.
Elbette bu, toplumdaki herkes mücadele kadrolarına dahil olacağı veya olabileceği anlamına gelmez. Zaten bizim toplumla kurduğumuz ilişkilerdeki esas maksadımız en temel olarak toplumdaki insanların İslam'a veya İslami mücadeleye düşman olmaması, ona karşı aktif bir muhalefet içine girmemesi ve en azından İslam'ın otoritesini, iktidarını ve gerekliliğini kabul etmesidir. Yoksa herkes dört dörtlük bir şeriat savunucusu olamayabilir, ibadetlerini muntazam şekilde yerine getiremeyebilir, haramlardan tamamen uzaklaşamayabilir. Tüm bunları yapabilirse elbette güzel olur ama neticede insandır ve eksikleri vardır. Dünyada iyi veya kötü her şey insan içindir ve insanlar fıtratları, birikimleri ve çevreleri ölçüsünde bir yol izler. Bu yüzden her insandan uygun olduğu ölçüde yararlanmak gerekir.
Muhalifler
Bir diğer kesim de İslami meselelere muhalif olanlardır. Bunların bir kısmını, belirli bir otoriteye veya iktidar unsurlarına karşı olanlar oluşturur. Bunlar, dolayısıyla Müslümanlara ve İslami iktidara karşı dururlar. Zira İslam, insanın hayatına sürekli olarak bir şeyleri dikte eden bir değerler bütünüdür. Bunlar ise kendi isteklerine göre yaşamak isterler.
Bunlar içerisinde demokratik ve laik küfür değerlerini doğrudan benimseyenler olabileceği gibi, bu değerlerle ilgileri olmamakla beraber "İslami" olarak gördükleri her türden otoriteye karşı çıkanlar da olabilir. Bunlar tarikatlar, cemaatler veya geleneksel dini yapıların baskıcı olduğunu düşünen, bu sebeple de İslam'a, İslam kültürüne, şeriata muhalif olan kimselerdir. Ancak muhalefetlerine fikri-dini sebeplerden ziyade şahsi sebepler egemendir. Hatta aralarında namaz kılanlar, geleneksel bir yaşantıda olanlar, ibadetlerine devam edenler de bulunabilir. Ancak bunlar İslam'ı tam olarak anlamamışlardır.
Burada dikkat edilmesi gereken husus detay şudur: İslam düşmanlığı ile İslam'a muhalif olma arasındaki ince çizgidir. Elbette bu çizgiden fıkhi olarak değil İslami çalışmaların pratiği açısından söz ediyoruz. Yani kurulacak ilişkiler bakımından. Çünkü düşmanlık söz konusu olunca iknadan bahsedilemez ama muhaliflik genellikle ikna edilebilir bir şeydir. Bu insanların bir kısmı, aslında hiçbir temeli olmayan sebeplerden, bazıları da cehaletlerinden ötürü muhaliftirler. Bunlarla iyi insani ilişkiler kurularak, insani bağlar güçlendirilerek, mali yardım gibi teşvik unsurlarıyla kalpleri belki İslam'a ısındırılabilir.
Bizim muhaliflere yönelik yaklaşımımız, geleneksel kesimlere yönelik yaklaşımımız kadar önemlidir. Çünkü muhalifler, onlarla kurduğumuz ilişkilere göre ya bize düşman kesilecek ya tarafsız kalacak yahut sempatik bakmaya başlayacaklardır. Bunlarla yönelik kurduğumuz ilişkilerde ekstra gayret ve dikkat sarf etmemiz gerekir. Çünkü eğer bunlar İslam'a ve İslami mücadeleye düşman hale gelirlerse hem kendi dünyaları ve ahiretleri zarar görecek, hem de Müslümanların çalışmaları zorlaşacaktır. Bu yüzden çok hassas bir yaklaşım geliştirmemiz gerekir. Örneğin bu kesimden bir kişi, İslam şeriatındaki bir cezayı, örneğin el kesme cezasını idrak edemiyor, bunu düşmanca bir niyet içermeden, cehaletinden dolayı tenkit ediyor olabilir. Biz bu kişiye "sen zaten şöylesin, böylesin, cehennemliksin" gibi yaklaşırsak, bu pek de uygun bir usul olmaz. Bu daha ziyade nefsi bir tatmin sağlar. İnsan, bazen bu şekilde kendi aidiyet beslediği fikre yapılan eleştirileri ezip geçerek nefsi bir tatmin yaşar. Ama burada mesele şudur: Biz nefsimizi mi tatmin etmeye çalışıyoruz, yoksa Allah'ın dinini mi savunmaya çalışıyoruz? Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Elbette tüm bunlar, cehaletinden ötürü bunları söyleyen bir kişiye yöneliktir. Düşmanlığından dolayı bunu yapan kişiye yönelik tavır bellidir.
Nihayetinde biz inandığımız inanca dünyeviliğin ötesinde bir değer veriyoruz. Bu sebeple kendi nefsi arzularımızı bir kenara bırakıp insanlara tebliğ ve davette bulunuyoruz. Bu İslami fikre sahip olmayı, bu İslami kimliğe ait olmayı adeta bir cahiliye vesilesi kılmıyoruz. Bunu Yahudiler gibi "bize ait bir inanç" gibi düşleyip insanları itmiyoruz. Zira bizim inandığımız şey İslam'ın kendisi, "İslam milliyetçiliği" gibi bir tür yaklaşım değil. Yani İslam'ı sadece kendimize ait bir kimlikten ibaret görüp insanları itmeye çalışmıyoruz. Bilakis, insanları İslam'a kazandırmaya, dünya ve ahiretlerini kurtarmaya çalışıyoruz. Bu noktayı iyi anlamak gerekiyor. Elbette daha önce de vurguladığımız gibi, bu tutum İslam düşmanlarına yönelik tutum değil, İslam'a açık bir düşmanlığı olmayanlara yönelik bir tutum olmalı. İslam düşmanlarına böyle davranmak ise ancak zillet getirir ki Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in yolu bu değildir.
İslam düşmanları
Değerlendireceğimiz son kesim ise İslam düşmanlarıdır. Bunlar tıpkı İblis gibi, Ebu Cehil'ler gibi, Ebu Leheb'ler gibi, Firavun'lar, Haman'lar, Karun'lar, Nemrut'lar gibi kimselerdir. Tağutlaşan, nefsini ilahlaştıran, Allah'a isyan eden, Müslümanlara düşmanlık besleyen, küfür ahkamını uygulayan kesimlerdir. Küfürleri şiddetlidir, hatta onlar bizzat küfrün (ister ufak isterse büyük olsunlar) önderleridirler. Bunlar, Müslümanların kıyamete dek memur olduğu iman-küfür, tevhid-şirk mücadelesindeki düşman taraftır. Küfrün, şirkin, şeytanın taraftarlarıdır. Allah azze ve celle'nin kendileri hakkında şöyle buyurduğu kimselerdir:
"Kafirleri uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, asla iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır." (Bakara Suresi, 6-7)
Allah azze ve celle ayrıca Bakara Suresi'nin 171'inci ayetinde bu kimselerden söz eder. Hakkı gizlemeye çalışan kafirlerin hali, bir çobanın kendilerine seslenmesini duysa da bunu yalnızca alelade bir ses ve nida olarak anlayan, manasını idrak edemeyen bir sürünün durumuna benzetilir. Hakka karşı sağır, dilsiz ve kör olan bu kişiler akletmezler.
Kimdir bunlar? İşte bizim burada "İslam düşmanları" olarak söz ettiğimiz inadi kafirlerdir. Kendi dünyevi çıkarları, kinleri, nefretleri sebebiyle İslam'a düşmanlık edenlerdir. Düşmanlık ve küfürleri akıllarını perdeleyenlerdir. Bunlar arasından bir kesime iman nasip olabilir, özellikle kendilerini imandan uzak tutan güçleri, çevreleri ve inatları yok olduğu zaman iman ile baş başa kalabilirler. Diğer bir kesim ise ne hale düşerse düşsün inkarında ısrar eder. Bunların varacağı yer ancak cehennemdir. Küfürlerinde ne denli hata ettiklerini o zaman anlarlar fakat artık iş işten geçmiştir. Bunlar Müslümanlara tuzak kuran, Müslümanlardan nefret eden, Müslümanları ihbar eden, Müslümanlara saldıran kimselerdir.
Burada vurgulamak gerekir ki bu İslam ve Müslüman düşmanlığı sadece inançla ilgili bir husus değildir. İnsanlardan öyleleri vardır ki İslam'a iman etmemekle beraber Müslümanlara iyi niyet beslerler. Ancak öyleleri de vardır ki iman ettiklerini söyleseler de hayatları Müslümanlara karşı tuzak kurmakla geçer. Buradaki ayrımı doğru kurmamız gerekir.
Şunu da vurgulamamız gerekiyor. Bizim düşmanlarımızla dahi iletişim kanallarımızın açık olması gerekir. Burada kastımız asla onlarla dostluk kurmak değildir. Şu yaklaşımdır: "Bizler size karşı bir tavır üzereyiz. İman budur, küfür budur, ikisi ayrışmıştır ve kıyamete dek düşmandır. Sizler vazgeçene kadar aramızda sadece düşmanlık olabilir." Fakat bu tutuma rağmen düşmanlarla bile konuşabilmek icap eder. Ola ki düşmanları birbirine kırdırmak gerekir, ola ki düşmanlarla diplomasi yapmak gerekir, ola ki düşmanların düşmanlığına son verecek yollar bulmak gerekir... Tüm bunların sağlanması iletişimin olmasıyla mümkündür. İletişim bittiğinde fiili mücadele başlar.
Nasıl bir iletişim? Ribi bin Amir et Temimi radiyallahu anh'ın İran komutanı Rüstem ile savaş öncesinde kurduğu gibi bir iletişim:
"Allahu Teala dilediği kimseleri kula kulluktan kendisine kulluğa, dünya sıkıntılarından ve batıl dinlerin zulmünden kurtarıp İslam'ın adaletine ulaştırmak için bize bir peygamber gönderdi. Kim bu dini kabul ederse bizden olur, biz de döner gideriz. Kim de kabul etmezse, Allah’ın vadettiğine kavuşuncaya kadar onunla savaşırız."
Son notlar
Devam edecek olursak... Vurguladığımız üzere Müslümanların daima tetikte olması, düşmanların ve diğer kesimlerin hile ve desiselerine, ayak oyunlarına, propagandalarına karşı dikkatli olması ve onlara koz vermemesi elzemdir. Aynı zamanda üçüncü tarafların Müslümanları yönlendirmesine izin verilmemelidir. Zira farklı taraflar, Müslümanlarla tüm bu diğer kesimler arasında farklı süreçlerin şekillenmesini isteyebilir. Ancak ilişkilerimizi şekillendiren taraf daima biz olmalıyız. İster dostluk olsun ister düşmanlık, ilişkilerimizi üçüncü bir taraf asla şekillendirmemeli. İnisiyatif daima bizde olmalı.
Örneğin, belli bir zaman diliminde belli bir siyasi otorite, bir ülkede herhangi iki etnik veya dini grup arasında çatışma isteyebilir. Mesela biz Müslümanlarla farklı kesimler arasında inanç farkı, etnik farklılık veya başka gerekçelerle bir kutuplaşma, bir çatışma ortamı oluşturmak isteyebilir. Bunu, farklı kesimleri birbirine düşürüp kendi amaçlarına ulaşmak için yapabilir. Biz ise, söylediğimiz gibi, kendi inisiyatifimizle başlatmadığımız hiçbir ilişkinin tarafı olamayız, olmamalıyız. Bu sebeple buna benzer çatışmaların tarafı da olmamalıyız. Örneğin bir kişi kasıtlı olarak bizim üzerimize gelip hiç bizim inisiyatifimiz olmadan bir kavga, bir tartışma başlatmaya çalışırsa buna temkinli yaklaşırız. Onun dayattığı şartların esiri olamayız. Neden? Zira üçüncü tarafların çıkardığı çatışma ve krizler, her zaman üçüncü tarafların çıkarlarına hizmet eder.
Keza bizim dışımızdaki tarafların, özellikle siyasi-iktisadi-idari kesimlerin, küresel sistemin çıkardığı kavram ve yaklaşımlara da aynı tedbirle yaklaşmak gerekir. Bir siyasi otorite, belirli bir dönemde belirli bir fikri propaganda edebilir. "Şu şekilde Müslüman olacaksınız" diye bir yaklaşıma bürünebilir. Bunun üzerinden kendi kontrol ettiği kesimleri bu ekole, kontrol edemediği kesimleri ise karşıt ekole yönlendirir. Karşıt ekolü de belirli kanallara sokmak için kendisine bağlı kişileri kullanır.
Müslümanlar buna karşı ne yapmalıdır? Dış kesimlerin yönlendirmelerine kapılmamalı, ayrıca tam tersi biçimde tepkisellik üzerinden bir kutuplaşmaya da gitmemelidir. Dış bir odak "batıya git" diyorsa batı yönüne temkinli bakmalıdır. Ama "bunlar batıya git diyorsa ben doğuya gideyim" de dememelidir.
Yani bizim kendimize ait bir hareket mekanizmamızın, bir düşünce mekanizmamızın, bir refleks sistemimizin olması gerekiyor. Ve toplumun her kesimiyle adı konmuş, net ilişkiler kurmamız gerekiyor. Ön yargılardan sıyrılmak, tebliğ ve daveti öncelemek, İslami mücadelenin maslahatını düşünmek gerekiyor. Nihayetinde bizler salt dünyevi bir iktidar elde etme, insanlara galebe çalma veya insanlara farklı görünme gibi bir derdin peşinde değiliz. İnsanlara düşmanlık etmek gibi bir derdimiz de yok. Bizim tek derdimiz nedir? Allah azze ve celle'nin dinini hem şahıs hem cemaat hem toplum hem de devlet bazında yaşanması. İnsanlara hakkın ve sabrın tavsiye edilmesi, insanların batıldan uzak durmaları. İnsanlar için, Allah'ın ve Rasulullah'ın rehberliği doğrultusunda İslami bir egemenlik tesis edilmesi, ta ki insanlar hem dünyada hem de ahirette selamet içinde olsunlar.
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.