Lucian Kim

Lucian Kim

Rusya neden bir demokrasi değil?

Rusya neden bir demokrasi değil?

2006’da global yatırım ve ekonomi çevreleri Rusya içerisinde hala bir söz sahibi olduğu dönemde ve tabii ki Rusya’nın da bu yatırımcılara dayalı bir kalkınmayı desteklediği bir dönemde, Birleşik Devletler eski sekreteri Madeleine Albright Moskova’daki bir ekonomi toplantısına katılmıştı. Toplantıda Sibiryalı bir gazeteci aksak İngilizcesi ile, “Çin’deki insan hakları ihlalleri bu kadar ayyuka çıkmışken, ABD niçin Çin’i bırakıp Rusya’daki insan hakları ihlallerini gündem ediyor?” şeklinde bir soru sordu. Albright şöyle cevapladı: “Çünkü sizi daha çok umursuyoruz.”

Rusya’nın komünizmden çıktıktan sonra demokratik bir sistem benimsemesini beklemek ne derece mantıklı olurdu bilemiyorum. Soğuk savaş bittikten sonra Batı dünyası son Sovyet lider Gorbaçov ve yeni Rusya’nın ilk lideri Boris Yeltsin’i birer demokrat olarak kucakladı. Böylece Rusya için demokratikleşme süreci, Kremlin’in devlet kademeleri ve Rus halkı üzerindeki baskıcı elinin geri çekilmesi üzerine başlamış oldu.

Lakin demokrasi Rusya’da tutunmayı başaramadı. Albright’ın konuşmasında dinlediklerim, Yeltsin’in halefi olan Putin’in, zaten yeni yeşermekte olan demokratik kurumları birer birer ortadan kaldırdığı yönündeydi. Putin, kaldırdığı bu kurumlar yerine, demokrasinin tüm ritüellerini “göstermelik” olarak dışa yansıtan ama aslında içi boş bir deniz kabuğundan ibaret olan alternatif kurumlar oluşturdu. Putin 2020'de iktidarını iki altı yıl daha uzattıktan ve ardından en sert yerli rakibi Alexey Navalny'yi zehirleyip hapse attıktan sonra Rusya arsız bir diktatörlük olarak ortaya çıktı. Görünüşte gücünün zirvesinde olan Putin, Ukrayna'yı kapsamlı bir şekilde işgal etti ve askeri müdahalede bulunmalar halinde Batı'yı nükleer savaşla tehdit etti.

Hem Rusya hem de Batı dünyası, Rusya’nın Ukrayna işgalinin ardından, Amerika’nın NATO’yu Ukrayna’da son bir savaşa sokmasının ve NATO etki alanını doğuya doğru genişletmesinin bir bedeli olacağını ve ABD’nin bu sebepten ötürü suçlanacağını düşünüyorlar. Bu anlatı, Ukraynalıların Putin ülkelerini sekiz yıl önce ilk kez işgal etmeden önce NATO'ya katılma konusunda derinden kararsız olduklarını ve ittifakın kendisinin Ukrayna'nın üyeliği konusunda bölündüğünü, Almanya ve Fransa'nın buna karşı çıktığını ve George W. Bush'tan sonra tüm ABD başkanlarının bu beklentiye ilgi göstermediğini görmezden geliyor... Üstelik Putin, 2014'te Kırım'ı ele geçirerek ve Doğu Ukrayna'da düşük seviyeli de olsa bir savaşı alevlendirerek, NATO’nun miras almak istemeyeceği zorlu bir çatışma ortamı yarattı ve Ukrayna'nın NATO üyeliğini etkili bir şekilde rayından çıkardı. Putin, Ukrayna’ya girmesinin gerçek amacının, Rusya’nın kaybettiği toprakları geri kazanmak istemesi olduğunu da açıkça beyan etti.

NATO ittifakını Putin’in saldırgan tavrının bir ateşleyicisi olarak göstermek, dikkat dağıtıcı ve doğru olmayan bir yorumdur. Soğuk savaşın bitiminden bu yana Doğu ve Batı arasındaki ilişkiler en kötü dönemini yaşıyor. Bu kötü döneme rağmen Moskova’nın ortaya sürdüğü nükleer savaş tehdidi kartı, Batı’nın Rusya için ciddi bir askeri tehdit olmasının önünü tıkadı. Buna rağmen Kremlin’in sürekli olarak NATO’yu bir öcü gibi göstermesi, Rusya’nın içinde bulunduğu sıkıntıları değil, fobi haline getirdiği bazı kavramları umursadığını bizlere gösteriyor.

Bunlardan yola çıkarak rahatça söyleyebiliriz ki, Putin’in Ukrayna işgalinin nedeni NATO’nun genişlemesi ve bir tehdit haline gelmesi değil, Rusya’nın demokratikleşemeyen bir ülke olarak kalmak durumunda olmasıdır.

Demokratik bir Rusya’nın kendisi gibi demokratik bir NATO ittifakını problem etmemesi gerekirdi. Yine şayet Rusya demokratik bir ülke olsaydı, bir başka demokrasi olan Ukrayna ve diğer Avrupa ülkeleri için bir tehdit oluşturmazdı. Rusya’nın demokratikleşememiş olması, Batı ile girdiği çatışmanın başlıca sebebidir ve Putin sonrası dönem için ülkenin sırtına en ağır yük bu durum olacaktır. Bu acı gerçek, büyük bir soruyu gündeme getiriyor: “Rusya, bir imparatorluk olarak yönetildiği ve yaşadığı emperyalist dönem sonrası hayali acılarla ve kaybettiklerini geri alma hırsı ile boğuştuğu sürece, bir gün demokrasi olmayı başarabilecek mi?”

Rusların despotizm dolu tarihlerini bilen birçok Batılı insan, onların demokratikleşme ihtimallerinin olmadığı konusunda hemfikir. Üstelik sadece Putin destekçileri tarafından değil, monarşistler, komünistler, milliyetçiler ve Avrasyacılar tarafından da paylaşılan ortak görüşe göre, Batı tarzı bir demokrasi yaşamak imkânsız bir ütopyadan ibaret bir hayal… Bu kişi ve grupların tamamı, Rusya'nın kültürel olarak belirlenmiş olan kendi yolunu izlemesi gerektiğini ve Rusya'nın liberal demokrasilerin diktasına boyun eğme konusundaki isteksizliği nedeniyle, kendisini kaçınılmaz olarak Batı ile çatışma içinde bulduğunu savunuyorlar.

Dünya’nın dört bir yanındaki otokrasi destekçileri, demokrasinin belli başlı kültürlerle bağdaşmasının mümkün olmadığı tezini savunuyorlar. Tam olarak belirleyici olmasa bile, yerel siyasi gelenekler aslında demokrasinin kök salması hususunda çok önemli bir rol oynar. Güney Kore örneği, demokratik gelenekleri olmayan bir ülkenin birkaç nesil içinde kendisini nasıl lider bir demokrasiye dönüştürebileceğinin canlı bir örneğiyken, Kuzey Kore aynı ulusun keyfi olarak çizilmiş bir sınır nedeniyle bir diktatörlük tarafından nasıl tuzağa düşürülebileceğini bizlere gösteriyor.

Aslında Rusya, Batı dünyası ile çalışmaya şartlandırılmamış bir ülkeydi. 1991 yılında Rusya’yı ilk ziyaret ettiğimde, Sovyet birliği ölüm döşeğindeydi ama gördüğüm insanlar hala coşku içerisindeydiler. O günlerde bir Amerikalı için bir Rusla tanışmak, uzun süredir kayıp olan akrabaların yeniden bir araya gelmesi gibiydi. Buradaki tartışmalarımızda vardığımız netice, komünizmin artık iflas ettiği ve Batı demokrasisinin, birçok tuzak ve olumsuzluk barındırmasına rağmen seçilebilecek en üstün sistem olduğu sonucudur.

Bir yandan kıtlığa, diğer yandan ise sefahate alışmış olan Rus halkı için Batı dünyasının en çekici yanı, rengarenk tüketim ürünlerinin ışıltısıydı. Ancak birçok Rus, özellikle yetmiş yıllık tek parti zulmünden sonra, siyasi hak ve özgürlüklerin maddiyat ile ölçülemeyeceğini de kabul etmişti. Sovyetler Birliği çöktüğünde, Rusya çok partili bir demokrasi olarak yeni varlığına başladı.

Şimdi aradan 30 yıl geçtikten sonra Putin, ülkesini intikamcı bir diktatörlüğe dönüştürdü. Putin öldüğünde ya da iktidardan indirildiğinde Ruslar ve Amerikalıların mutlu bir şekilde birbirleri ile kucaklaşacakları bir iklim var olmayacak. Böyle bir durumda bizleri karşılıklı şüphe, suçlamalar ve çatışan dünya görüşleri ile dolu bir iklim ortamı bekliyor olacaktır.

Peki ne oldu da işler böylesine ters gitti?

Sovyetler Birliği ve Batı Dünyası (ABD, İngiltere ve Fransa) Soğuk savaş sebebiyle bir düşmanlık yaşamış olsalar da 2. Dünya Savaşı neticesinde birlikte zafer kazandılar. Joseph Stalin'in Batı demokrasileri ile kurduğu ittifak, Rusya’nın Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi olmasını sağlamış ve bu cemiyet içerisindeki meşruiyetini de pekiştirmiştir. Aynı zamanda, Sovyetler Birliği'nin savaş sırasında kaybettiği devasa sayıda insan, Stalin'in Avrupa'nın yarısını ele geçirmesi için bir mazeret işlevi gördü.

Sovyet rejimi, Batı Dünyası ile rekabet içerisinde olmanın kendilerine bir prestij getirdiğini gördü ve bundan da zevk almaya başladı. Bununla beraber insan gücünün girebildiği her platformda batı ile rekabete girmekten de asla geri durmadı. Bu nedenle Moskova’da bir üniversite öğrencisi olarak yaşayan benim gibi biri için Rusya’nın Batı ile yakınlaşması bir aile birleşmesi gibi sıcak gelmişti. Rus halkı içerisinde ise hem ekonomik hem de politik sebeplerden ötürü Batı’da yaşamak isteyen çok sayıda kişi vardı. Ancak Gorbaçov'un perestroyka (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık) politikaları Sovyetler Birliği'nde reform yapamadı ve bunun yerine ülkenin çöküşünü hızlandırdı.

Sovyetler Aralık 1991’de dağıldığında ise 14 ülke bağımsızlıklarını kazanıp birer ulus devlet olmak için çalışmaya başladı. Bunların hepsi farklı seviyelerde başarı elde ettiler. 15. Ülke olan Rusya Federasyonu ise kendisini yeniden bir kimlik arayışına soktu. Çünkü Sovyetler birliğinin çöküşü, komünizmden önceki dönemden beri genişlemekte olan bir imparatorluk anlayışının da çöktüğü anlamına geliyordu. Stalin'in II. Dünya Savaşı'ndaki toprak kazanımları Prag'dan Pyongyang'a kadar uzanıyordu. 2005'te Putin, Sovyetlerin çöküşünü “20. yüzyılın en büyük felaketi” olarak adlandırdığında, başlı başına Sovyetler Birliği'nden değil, benzersiz bir erişim ve güce sahip bir Rus imparatorluğundan bahsediyor ve bu imparatorluğun çöküşünden yakınıyordu.

Sovyetlerin çöküşünün ardından ise Boris Yeltsin yönetimindeki yeni Rusya, tüm prestijiyle (nükleer cephanelik, BM Güvenlik Konseyi'nde veto etme hakkı ve global bir elçilikler ağı) ve aynı zamanda bu mirasın beraberinde getirdiği yüklerle, yani dış borç yükümlülükleriyle Sovyetler Birliği'nin yasal varisi oldu. Birbirinden farklı 11 saat dilimi ve 100'den fazla etnik grupla Rusya hem büyüklük hem de zihniyet açısından fiili bir imparatorluk olarak hayatta kaldı. Nüfusun önemli bir kısmı yok olan imparatorluğa nostalji ve pişmanlıkla baktığından, Komünizm öncesi öncüllerinde birkaç önemli isim değişikliğinin yanı sıra, Rusya'daki çoğu yerin adı dahi değiştirilmedi. Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir Lenin'in heykelleri ülke genelindeki Lenin Meydanlarını doldurmaya devam etti ve Lenin'in mumyası Kremlin duvarlarındaki mezarında bırakıldı. Geçmişin prangalarından kurtulma imkânı olan bireyler, kendi bireysel özgürlüklerini kazanmak için kendi mücadelelerini verdiler. Lakin milyonlarca Rus geçim kaynaklarını kaybedip yoksulluğa sürüklendikçe, iki ekonomik sistem arasındaki kaotik geçiş yoksulların içinde oldukları uçurumu daha da derinleştirdi.

Parlamentodaki Komünist ve Milliyetçilerden oluşan bir ittifak, 1993 yılında Yeltsin’in başlattığı ekonomik reformlara karşı isyan başlattılar. Şiddetin gitgide arttırıldığı bu kanlı isyanı bastırmak isteyen Yeltsin ise Parlamentoyu bombalattı ve Rusya’nın demokratikleşme yolundaki adımlarına büyük bir darbe indirmiş oldu. Bu dolambaçlı yol, bir yıl sonra Yeltsin'in güney Rusya'daki küçük bir Müslüman eyaleti olan Çeçenya'nın vahşice işgal edilmesini emrettiğinde daha da kötü bir hal aldı.

Sovyetler 1980 sonlarına doğru demokratikleşme yolunda ilk adımlarını atmaya başladığı sıralarda, hakimiyeti altında bulunan cumhuriyetlerin bağımsızlık talepleri de artmaya başladı. En büyük Sovyet cumhuriyeti olan Rusya, içerisinde yaşamakta olan etnik grupları tanımak için 20 özerk bölgenin varlığını kabul etmek durumunda kaldı. Bu özerk gruplardan kimisi farklı taleplerde bulunurken, bir kısmı Çeçenya örneğinde olduğu gibi kendi bağımsızlıklarını talep ediyorlardı. Bu durum Sovyet sonrası Rusya’nın demokratikleşmesi için iyi bir gidiş gibi görünse de Yeltsin'in Çeçenya'ya yönelik acımasız saldırısı Rusya'nın tamamen çözülmesini engellemiştir. Bunun yanında ise siyasi örgütlenmenin bir aracı olarak kitlesel şiddete dönüşün de sinyallerini vermiştir.

Çeçenya’daki savaşın mahiyetini gören baltık ülkeleri Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Macaristan, NATO’ya katılmak için acele etmeye başladılar. Hepsi Sovyet işgalinin ne demek olduğunu deneyimlemişlerdi. Bu ülkelerin her birisi, yeni Rusya’nın barışçıl siyasetinin daha fazla devam etmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri açısından, Rusya'nın demokratik bir yoldan sapması, gelecekteki Rus saldırganlığına karşı bir garanti olarak pratikte bu ülkelerin NATO üyeliğini zorunlu kıldı.

Yeltsin 1996’da Çeçenya’da ateşkes yapılmasını kabul etti ancak bu savaşın parçaladığı topraklara barış bir daha da geri dönmedi. Çeçen ayrılıkçılara karşı bir intikam darbesi indirmek için gereken ikinci hamleyi, kendi elleri ile seçtiği halefi Putin’in ellerine bıraktı.

Putin, eşi benzeri görülmemiş bir petrol patlamasından elde ettiği petrodolarlarla Çeçenlerden sadakatlerini satın aldı ve Çeçenya'da acımasız bir kukla rejim kurdu. Yeltsin'in aksine Putin, Ruslara, on yıllık bir dağılmadan sonra restorasyon sözü verdi. İstikrar, hatta refah yakın görünüyordu.

Putin'in popülaritesinin sırlarından biri, birçok Rus'un içlerinde taşıdığı tuhaf gurur ve utanç karışımını kullanma yeteneğiydi. Bu hissi şöyle tanımlayabiliriz: “Eşsiz bir uygarlığa ait olmaktan gurur duymak ve geri kalmışlığı için utanç duymak.” Putin, Rusya'yı intikamcı bir güce dönüştürürken, yolsuzluğun, yoksulluğun ve ekonomik fırsat eksikliğinin getirdiği aşağılamayı agresif bir dış politikayla telafi etti. Bütün bir neslin aşağılık kompleksini ortadan kaldırdı.

Kremlin ise, Rusya’nın giderek artmakta olan diktatörlük nizamına “egemen demokrasi” adını verdi. Bu demokrasi çeşidinin diğer demokrasilerden daha iyi olduğunu ve dışarıdan kendilerine gelecek eleştirilere karşı boyun eğmeyeceklerini beyan etti. Kâğıt üzerinde Rusya'nın iki meclisli bir parlamentosu, bir yüksek mahkemesi ve çok sayıda siyasi partisi var, ancak yalnızca Kremlin tarafından onaylanan adayların seçimlere katılmasına izin veriliyor.

Putin’in egemen demokrasisi, içeride çok sayıda sesin yükselmesine neden oldu. Liberal demokratlar Rus şovenizmini müdafaa ettiler, komünistler ise bu arbedede gerici ilan edildi. Navalny’nin de içinde olduğu birçok politikacı, “batı destekçisi liberaller” olarak fişlendiler. Tek görevi Kremlin'in yasama görevlerini yerine getirmek olan iktidardaki Birleşik Rusya partisi, kısa süre sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin bir zamanlar oynadığı rolü üstlendi.

Rusların çoğu için Sovyetler döneminde gördükleri üzere komünizmin hayatlın gerçekleri ile olan uyumsuzluğu ve bağlantısızlığı, Rus halkının diğer ideolojilere bakışının da değişmesine neden oldu. Sovyetler sonrası Rus halkındaki ideolojik coşku hali, bu sebepten ötürü yerini yöneticilere itaat etme teslimiyetine bırakmış oldu. Zaman ilerledikçe ve Ruslar Batı ülkeleri ile tanıştıkça, Sovyet dönemindeki kirli para, kirli siyaset ve her türlü yolsuzluğun sadece Sovyetlerde değil, örnek aldıkları Batı ülkelerinde de oldukça yaygın olduğunu gördüler. Bu durum Rus halkının Batı’ya olan hayranlığını oldukça olumsuz etkiledi ve bir hayal kırıklığına neden oldu. Siyasi nihilizm -hiçbir şeye inanmama- Putin için bir boşluğu doldurmanın ve yönetimini genişletmenin bir yolu olarak çalıştı. Ancak bu nihilizm aynı zamanda Rus rejiminin zayıflığını da ortaya koyuyor, çünkü iktidarı tehlikeye düştüğü takdirde çok az Rus Putin'i savunmak için sokaklara çıkacak.

Şüphesiz ki Kremlin’in “vatan” kavramını kullanması Rus halkında bir karşılık bulacaktır. Zira Sovyetler dönemini görmüş olan Ruslar için “vatan” kavramının ifade ettiği sınırlar oldukça geniş olduğundan ötürü, Kremlin’in böyle bir çağrıda bulunmasının anlamsız olacağı da açık.  Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Putin'in Kırım'ı, Rusya'nın kayıp imparatorluğunun tacındaki bir mücevher olarak görüp ilhak etmesi, Ruslar tarafından son derece popüler bir şekilde desteklendi. İdeolojinin olmadığı bir dünyada, emperyal nostaljinin hala güçlü bir çekiciliği var.

Bugünlerde kendi kendilerini Rus milliyetçisi ilan edenlerin, Rusya’nın şimdiye kadar görüşmemiş bir imparatorluk mu yaratmak istediği, yoksa eski topraklarını geri mi kazanmak istediği konusunda kafaları karışık.

Bir keresinde “Rusya Ruslar içindir” sloganı ile meşhur olmuş ve Rusya'nın Çeçenya gibi Kuzey Kafkasya bölgesindeki çoğunluğu Müslüman olan eyaletlerden ayrılmasını destekleyen Vladimir Tor adında milliyetçi bir liderle röportaj yapmıştım. Ona Rusya'sında Budist Buryatların mı yoksa Müslüman Tatarların mı olduğunu sorduğumda, Tor bu soruya şaşırmış göründü, ardından sloganını neşeyle şöyle değiştirdi: "Rusya, Ruslar ve Ruslarla aynı fikirde olanlar içindir."

Rusya’nın ideolojik yapısında, gerçek manada güçlü bir kalıcı etkiye sahip tek kavram var: “Faşizm” …

Bu kelime, Nazi lideri Adolf Hitler'in Sovyetler Birliği'ni işgal etmek için gönderdiği canavarca bir düşman orduyu çağrıştırıyor. Bu nedenle, birçok Rus, Putin'in Rusya'sının giderek daha faşist hale geldiğini zar zor fark etti, çünkü Ruslar tanım gereği faşist olamazlardı, sadece faşizmin düşmanı olabilirlerdi.

Kremlin’in Ukraynalılar için “faşistler” tabirini kullanması Batılıları çok rahatsız etti. Çünkü bu ifade gerçek dışı bir ifadedir. Ukrayna aşırı sağ hareketleri, diğer Avrupa ülkelerindeki aşırı sağ hareketlere kıyasla seçimlerde çok daha zayıf bir performans sergiliyor. Ukrayna'da genellikle öngörülemeyen sonuçlarla, rekabetçi seçimler yapılıyor. Örneği şimdiki Ukrayna Devlet Başkanı Volodymyr Zelensky, ailesi Nazilerin Sovyet Ukrayna'yı işgaline maruz kalmış ve buna direnmiş bir Yahudidir. Ancak Putin'in Ukraynalılar için "neo-Nazi" kelimesini kullanması, Sovyet döneminin dinamiklerini bilen ve o dönemi yaşamış yerel bir izleyici kitlesine atfendir. Putin'e göre Ukraynalılar, Ruslarla tek bir halktır, tabii ki Ukrayna'yı “Rusya karşıtı” hale getiren “hainler” dışında.

Aslında Ukrayna git gide Rusya ile olan benzerliğinden uzaklaşıyor. Sovyetler dağıldıktan sonra ticaret yolları ve boru hatları dışında, bir çok ailevi birliktelik sebebiyle Ukrayna ve Rusya birbirleri ile kuvvetli şekilde bağlarını sürdürdüler. Ancak yaşı ilerlemiş Ukraynalılar Ruslara dair içlerinde bir sempati duysalar da, yeni nesil Ukrayna gençliği, ülkesinin geleceğini modern Avrupa demokrasisinde görmeyi tercih ediyordu. Ruslara kıyasla, Ukraynalılar fakir ama özgürdü. Ülkenin güçlü bölgesel merkezleri ve rakip oligarklar, Rusya'da olduğu gibi her şeye kadir bir hükümdarın yükselişini engelledi.

Hükümeti ucuz enerji ile satın alınabildiği sürece, Kremlin'in Ukrayna'nın sözde bağımsız bir ülke olmasıyla hiçbir sorunu yoktu. Ancak 2014 yılında Kremlin destekli Cumhurbaşkanı Kiev'deki hükümet karşıtı protestolar sebebiyle kaçtığında Putin, Ukrayna'nın kontrolünden çıkmasını önlemek için topraklarını ele geçirmeye başladı. Ukrayna’ya uyguladığı şiddet, Ukraynalıların Rusya'ya karşı bir tavra dönmesine ve NATO'yu potansiyel bir koruyucu olarak görmelerine neden oldu.

Ukrayna, uyguladığı demokrasinin Ruslar için bir örnek potansiyeli taşıması sebebiyle Putin nazarında potansiyel bir tehlike oluşturmaktadır. Bugünkü Bağımsız Ukrayna, Rusya ile aynı sıkıntıları yaşadı ve çok benzer süreçlerden geçti. Bu sıkıntılar genellikle oldukça yaygın bir yolsuzluk problemi, kokuşmuş bir yargı sistemi ve ihtiyaçlara cevap vermeyen güvenlik problemleridir. İki ülke arasındaki belirgin fark ise, Rusya'da Ruslar hükümdarlarının tebaası olarak kalırken, Ukraynalılar Sovyetlerin yıkılması sürecinde kendi ülkelerinin vatandaşları oldular.

Putin’e göre Ukrayna’nın bağımsızlığı ve demokrasisi, Putin’in kurmak istediği imparatorluğa karşı bir isyan demektir. Ne kadar güçlü görünüyor olsa da Putin yönetimi bir gün sona erecek. Ancak kendisine halef olacak kişinin, Putin’den daha uzlaşmacı ve demokratik bir yapısı olacağına dair pek umudum yok. Yeni bir Kremlin liderliği savaşı sona erdirmeyi kabul etse bile, Rus aşırılık yanlıları arasında, Putin'in yeterince şiddetli olmadığı veya Batı'nın Rusya'nın kazanmasını engellediği gibi şikayetler ortaya çıkabilir. Gelecekteki bir Rus hükümetinin Putin'in ilhak ettiği Ukrayna topraklarını gönüllü olarak Ukrayna’ya geri teslim edeceğini düşünmek oldukça zor.

Temel sorunumuz şu; Batı Almanya’da dahi, Nazilerin yenilgisinin bir kayıp değil de bir beladan kurtuluş olduğunun kabul edilmesi tam 40 yılımızı aldı. Ancak savaş sonrası Almanların emperyalist mirasının üstesinden gelmeleri, eski düşmanlarıyla uzlaşmaları ve başarılı bir demokrasi inşa etmeleri için geçmişle dürüst bir hesaplaşma içerisine girmeleri oldukça mühimdi.

Geleceğin Rusya’sı için geçmişte yapılanların hesabını ödemek oldukça ağır olacak. Üstelik bu hesaplaşma yapılırken sadece Putin’in yaptıkları değil, Sovyet döneminde Putin’e öncüllük edenlerin uyguladıkları vahşet politikaları da hesaba katılacak. Perestroyka sırasında Ruslar, Stalin'in suçlarının gerçek kapsamını ortaya çıkarmaya başladılar. Putin için Stalin hakkında önemli olan, II. Dünya Savaşı'ndaki “büyük zaferi” ve Sovyetler Birliği'nin ABD'ye rakip bir süper güce dönüşmesidir. Putin için, son Rus imparatorluğunun özür dilemesi gereken hiçbir kabahati yok.

Şayet bir gün Rusya demokratik bir sisteme gerçekten geçiş yapacak ise, bu geçiş ancak Rusların emperyal zihniyetlerini derinlemesine incelemesine ve bu kafa yapılarını tamamen terk etmelerine doğrudan bağlı olacaktır. İmparatorluk kurmak adına işlenen suçlara sahip çıkan bir Rusya, komşuları ile hangi platformda iyi ilişkiler geliştirebilir ki? Emperyal düşünce, diğerleri üzerinde hakimiyet, komşularla rekabet ve bir imparator tarafından yönetilme anlamına gelir. Demokratik düşünce, azınlık hakları, uluslararası işbirliği ve halkın yönetimi anlamına gelir. Ancak Ruslar kendilerini kendi ülkelerinin vatandaşları olarak görmedikleri ve bunun yerine hükümdarlarının tebaası olmayı kabullendikleri sürece Rusya'nın demokratikleşmesi gerçekleşemez.

Putin sonrası Rusya’nın karşılaşması muhtemel olacak problemler, Komünizm çöktükten sonra karşılaştıkları problemlerden çok daha çetin olacağa benziyor. Rusları kafalarında yaşattıkları imparatorluk fikrini yok edip, bir çok farklı etnik unsurun bir arada barış içerisinde yaşadığı bir demokrasi kurmaya neyin ikna edeceğini bilmek oldukça zor.

20. Yüzyılda Ruslar için demokratikleşmeleri adına 2 şans zuhur etmişti. Birincisi 1917’de Bolşevik devrimi olmadan önceki süreçte oluşan iklim, ikincisi ise 1991’de Sovyetler birliği yıkıldıktan sonraki süreçte oluşan iklim. Rusya her iki şansı da değerlendiremedi. Bundan sonraki demokratikleşme şanslarının ne zaman zuhur edeceğine ise Rus halkının kendisi karar verecek.


Foreign Policy için kaleme alınan bu yazı Mepa News okurları için Kaan Çeben tarafından Türkçeleştirilmiştir. Yazıda yer alan ifadeler Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

 

Bu yazı toplam 3718 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Lucian Kim Arşivi