Graham Allison

Graham Allison

Liberal nizam masalı

Liberal nizam masalı

Tarihsel Bir Hatadan Konvansiyonel Bir Akla

Trump hükümetinin göreve başlamasının ardından ABD’deki dış politika uzmanlarının sürekli olarak tartıştığı meseleler arasında en çok ilgi gören başlıklardan birisi, liberal uluslararası kurallara dayalı dünya nizamının geleceğinin sallantıda olmasıydı. Uluslararası İlişkiler Uzmanı G. John Ikenberry’ye göre, “Dünya 70 sene boyunca bu batılı liberal nizama tabi oldu.” Obama’nın görev süresinin dolmasına birkaç gün kalmışken başkan yardımcısı Joe Biden’ın “Liberal uluslararası nizamın müdafaa edilmesi için acilen harekete geçilmesi” çağrısında bulunması, bu konudaki tartışmaların çoğunun ABD’nin dünyadaki rolünün ne olduğu üzerine dönmesinde etkili oldu.

Liberal nizamla alakalı olarak genel geçer fikrin sahibi olan kesim üç tane daha iddiada bulunuyor. İlk olarak, bu kesime göre, son 70 senedir süper güçler arasında göreceli bir barış olmasının en büyük nedeni liberal nizamdır. İkinci olarak, ABD’nin bu süre içerisinde dünya ile olan ilişkilerindeki bir numaralı itici güç bu nizamın inşa edilmesi olmuştur. Son olarak da, bugünkü ABD Başkanı Donald Trump liberal nizamı dolayısıyla da dünya barışını tehdit eden en büyük etkendir. Örnek olarak, siyaset bilimci Joseph Nye konu ile alakalı olarak şöyle demektedir; “Liberal nizamın son 70 senede dünyada barış ve istikrarın sağlanması noktasında yaptığı katkılardan ötürü, ABD’nin dış politikasının bu sistemin müdafaa edilmesi, derinleştirilmesi ve yayılması etrafında şekillendirilmesi adına bir fikir birliği sağlanmıştır.” Nye’ın daha iddialı söylemleri de var; “Çin’in yükselişi beni hiç endileşendirmiyor. Beni daha çok endişelendiren Trump’ın yükselişi.”

Bu tezlerde belki bir nebze doğruluk payı olabilir ancak yine de hepsi doğru olduğundan çok yanlış. “Uzun barış süreci” iddia edildiği gibi liberal nizamın bir ürünü değildir.Aksine bu nizam, ABD ve Sovyet Rusya arasında 45 sene devam Soğuk Savaş’ın ve iki süper güç arasında kurulan “her an yıkılmaya hazır” güç dengesinin ve daha sonra kısa süreli bir ABD hegemonyasının bir yan ürünüdür. ABD’nin dünya ile olan ilişkilerinin ana amacı ne liberal düşünceyi yaymak ne de uluslararası bir nizam kurmaktı, ABD’nin izlediği politikaların yegane amacı evin (kendi sınırları) içindeki liberal demokrasinin korunmasıydı. Trump’a gelince, kendisi hali hazırdaki nizamın ana bileşenlerine zarar veriyor olsa da, küresel istikrarın bir numaralı düşmanı olmaktan çok uzaktır.

Liberal nizamın sebep ve sonuçları hakkındaki bu yanlış anlaşılmalar, bu akımın savunucularını ABD’ye geçmişteki değerlere daha sıkı sarınılması yoluyla nizamı güçlendirmesi ve küresel çapta uyanmaya çalışan otoriter rejim merakını yerle bir etmesi noktasında çağrılar yapmaya zorluyor. Ancak, Amerika’nın dünyayı kendi suretine dönüşmeye zorladığı “düşlenen bir geçmişe” dönmeye çalışmak yerine Washington’un yapması gereken, yurtdışında statükoyu yeterli oranda sağlamaya yetecek kadar kaynak bırakıp, geri kalan tüm gücüyle kendi içinde insanların tekrar güvenebileceği bir liberal demokrasiyi tesis etmektir.

Kavramsal çorba

“Liberal uluslararası kurallara dayalı nizam” ifadesindeki terimlerin her birinin anlam karmaşası yaratacak unsurlar olması, bu konseptin neredeyse bütün durumlarda uygulanabilir görülmesine yol açan bir ortam yaratmaktadır. 2017 yılında Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu üyeleri, dünya üzerindeki en korumacı, merkantilist ve yırtıcı büyük ekonominin başındaki isim olmasına rağmen Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’i liberal mali nizamın lideri olarak gördüklerini ifade ettiklerinde, artık herkes gördü ki “Liberal” kelimesi, en azından bu çerçevede anlamının dışına çıkmıştır.

“Kurallara dayalı nizam” terimi de aslında işgüzarlıktan başka birşey değildir. Nizam, kurallar ve düzenlemeler sonucu ortaya çıkan bir durum demektir. “Liberal uluslararası kurallara dayalı nizam” demek aslında eşitlik yaratan veya adil olan iyi kurallar üzerine kurulu nizam demektir. ABD, diğer ulusların memnuniyetle kabul edip, kendi başlarına idame ettirecekleri bir nizam tasarladığını iddia etmektedir.

Ancak, sanki bütün insanlık, Birleşmiş Milletler (BM) Tüzüğünde de belirtildiği üzere, güçlünün zayıfa baskı yapmasının engellenmesi amacıyla bir ulusun diğer bir ulusa karşı askeri güç kullanması ve iç işlerine müdahale etmesinin yasak olduğunu unutmuş gibi davranmaktadır. BM tüzüğündeki tüm kanunlar gibi bu kanun da BM Güvenlik Konseyinin 5 daimi üyesinin koruması altındadır. Hindistanlı strateji uzmanı Raja Mohan’ın da dediği gibi süpergüç olan devletler “istisnayı sever”, yani bir meselenin kendi çıkarlarıyla örtüşmesi durumunda kendileri için hemen “istisna (ayrıcalık)” yaparlar. Yaşadığımız yüzyılın ilk 17 yılında, kendisini liberal nizamın sözde lideri olarak tanımlayan ülkenin iki ayrı ülkeyi işgal etmesi, tek taraflı olarak terörist ilan ettiği yüzlerce insanı öldürmek amacıyla hava saldırıları ve kara operasyonları icra etmesi, çoğu zaman herhangi bir uluslararası yetkiye dayandırmadan ( ve hatta zaman zaman sınırları içinde operasyon yapılan ülkelerin kanunlarını da çiğneyerek ) yüzlerce insanı illegal olarak tutuklayıp alıkoyması ( “örtülü tevkif” ) başlı başına birşeylerin ters olduğunu gösterir.

Soğuk savaş nizamı

Son 70 yıldır devam eden göreceli barış sürecinin müsebbibinin liberal nizam olduğunu iddia edenler şu temel gerçeği göz ardı etmektedirler. Bahsi geçen 70 senenin 40’ına liberal nizam değil, iki kutuptaki rakiplerin arasında yaşanan soğuk savaş damgasını vurmuştur. Bu periyodu “uzun barış” olarak isimlendiren tarihçinin de dediği gibi bu süre zarfında süper güçler arasında yaşanması muhtemel bir savaşın önüne geçen sistem, Sovyet Rusya ile ABD arasında bir savaş yaşanması halinde ortaya çıkacak olan ve kimsenin istemediği sonuçların meydana getirdiği devasa bir tehditten ibarettir. John Lewis Gaddis konu ile alakalı şöyle demektedir; “2. Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde yükselen güçler arasında, kimsenin şekillendirmediği ve kimsenin de adaleti sağlamak gibi bir niyetinin olmadığı bir uluslararası sistem peydah olmuştur. Bu sistem, tamamen devletlerin elinde bulunan gücün ( beraberinde getirebileceği yıkımın ) gerçekliği üzerine kurulduğundan, bütün taraflar peydah olan bu sistemin “nizamına” bütün beklentileri aşan bir şekilde uymak zorunda kalmıştır.”

Soğuk Savaş döneminde, her iki süpergüç de dünyanın dört bir yanında müttefikler ve kendisine bağımlı ülkeler edindi ve literatüre iki kutuplu dünya olarak geçen fenomen hayata geçmiş oldu. Her iki kutupta da nizam süpergüç tarafından bizzat sağlandı ( Macarlar ve Çekler 1956’da ve 1968’de taraf değiştirmek istediklerinde, İngilizler ve Fransızlar da 1956’da çıkan Süveyş Kanalı krizinde Amerikalıların isteklerini sorgulama cesareti gösterdiklerinde bunu zor yoldan öğrendiler). İki süpergücü kendi etki alanlarını kontrol altında tutmalarına yarayan enstrümanlar geliştirmeye zorlayan ve güç dengesi üzerine kurulu nizam, 1962 yılında yaşanan Küba füze krizinin hemen ardından John F. Kennedy’nin de tanımladığı üzere tam anlamıyla “kırılgan bir statükoydu.”

Yaklaşık iki yüzyıl boyunca askeri olarak herhangi bir ittifak yapmamaya, barış zamanında geniş çaplı bir ordu bulundurmayı reddetmeye, uluslararası ekonomiyi başkalarına vermeye ve Milletler Cemiyetinin askerlerini, diplomatlarını ve parasını dünyayı yeniden şekillendirmek üzere kullanmasına izin vermemeye bir ülkeyi iten sebep ne olabilir? Tek kelime: korku. Günümüzde yaşayan ABD’li düşünürlerin “bilge adamlar” diye isimlendirdiği stratejistler, Sovyetler Birliğinin ABD için Nazilerden daha büyük bir tehdit olduğuna inanıyordu. Bir diplomat olan George Kennan tarafından yazılan efsanevi “Long Telegram’da ( Uzun Telegraf )” şu ifadeler yer alır, “Sovyetler Birliği ABD’nin var olduğu bir dünyada ortak bir yaşam tarzının varlığının mümkün olmadığına iman etmiş siyasi bir güçtür. Komünistler, bizim toplumumuzun geri bırakılmasını, geleneksel yaşam tarzımızın yerle bir edilmesini ve devletimizin uluslararası platformdaki statüsünün yıkılmasını Sovyet gücünün güvende olması için bir önşart olarak görmektedir.”

Nükleer Devirden önce, böylesine bir tehdide karşı alınması gereken önlem, birkaç yıl önce ABD ve müttefiklerinin Nazileri mağlub ettiği ölçekte bir savaş olurdu. Ancak Sovyetler Birliği’nin 1949’da ilk atom bombasını test etmesinin ardından, ABD’li devlet adamları, topyekün savaşın o güne kadar bilinen haliyle artık hükmünün kalktığını kabul etmek zorunda olduklarını anladılar. ABD’nin dış politika tarihinin en büyük “stratejik öngörü” planı ile hiçkimsenin bilmediği bir denize atladılar. Daha önce insanlık tarihinde bir örneği olmayan, savaşan taraflar arasında fiziksel bir mücadele hariç her alanda çatışmanın yaşandığı bir savaş türü için strateji geliştirdiler.

Soğuk bir savaşın sıcağa dönüşmesini engellemek adına -bir süreliğine de olsa- normal şartlar altında asla kabul etmeyecekleri, Doğu Avrupa’nın Sovyetler tarafından domine edilmesi gibi gerçekleri kabul ettiler. Aradaki rekabeti, şu üç “ortak kural” ile bir nevi yumuşattılar; nükleer silah kullanmak yok, birbirinin askerlerini aleni olarak öldürmek yok, iki tarafın da kabul ettiği etki alanları içinde kalan ülkelere askeri olarak müdahale etmek yok.

Amerikalı strateji üreticileri, Batı Avrupa ve Japonya’yı birer ekonomik ve stratejik çekim merkezi olarak gördüklerinden bu savaş makinesine eklediler. ABD tarafından yürürlüğe sokulan Marshall Planı Batı Avrupa’nın yeniden inşası adı altında bu amaca hizmet ediyordu. Aynı şekilde, IMF ve Dünya Bankası’nın kurulması ve Gümrük ve Ticaret Genel Anlaşmasının imzalanması, küresel refahın artırılması adı altında yine aynı amaca hizmet etmesi için atılan adımlardan birkaçıydı. Batı Avrupa ülkelerinin ve Japonya’nın ABD ile aktif olarak işbirliği içinde kalmasını sağlamak adına ise NATO kuruldu ve ABD-Japonya arasında müttefiklik anlaşması imzalandı.

Atılan her adım, Sovyetlerin yenilgiye uğratılmasının ilk ve tek amaç olduğu bir nizamın inşasında kullanılan bir tuğla görevi gördü. Sovyet tehlikesi olmasaydı, ne Marshall Planı olurdu ne de NATO diye bir organizasyon kurulurdu. ABD “evdeki” kritik çıkarlarına zarar getirebilecek bir durumda asla ve asla liberalizmi propagandası yapmamış, benzer şekilde kendi çıkarlarının korunması için bir noktaya askeri müdaheleye karar verdiğinde, uluslararası hukuka aykırı olur diye geri adım atmamıştır.

Ancak yine de, -- tekrar etmekte fayda var, kendi işleri için risk oluşturmamak kaydıyla – dünyanın diğer yerlerinde “özgürlüğü artırmak” için harekete geçmiştir. Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber, Amerikan ulusu bir takım radikal ve evrensel idealleri kucakladı. Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan “bütün insanlar eşit yaratılmıştır” kaidesi sadece 13 kolonide yaşayanları kastetmiyordu.

Birkaç yıl önce ağır bir yenilgiyi kendi elleri ile tattırdığı Japonya ve Almanya’yı yine kendi elleri ile yeniden inşa ederken ve dahi Batı Avrupa’daki müttefiklerini adeta tutup ayağa kaldırırken Amerika Birleşik Devletleri’nin aklındaki tek şey, kendisi ile aynı değerleri olan ve ortak çıkarlara sahip demokrasiler üretmekti. Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen ideolojik savaş, “özgür dünya” ve “şeytani imparatorluk” arasındaki farkların işlenmesi ve hatta abartılması üzerine kuruldu. İlaveten, Amerikalı politika üreticileri, halk arasında ve Kongre’de belirli bir seviyede destek oluşturup yine bu desteği belirli bir seviyede tutmanın en az biraz önce bahsettiğimiz “çıkarları koruma hassasiyeti”  kadar önemli olduğunu biliyorlardı. Eski ABD Devlet Bakanlarından olan ve 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde izlenen yol haritasını çizen isim olarak bilinen Dean Acheson kendi hatıralarından oluşan “Present at the Creation (Yaradılış Gerçekleşirken Oradaydım)” isimli kitabında ABD dış politikasının arkasındaki mantığı açıklar. Avrupa’nın bir dizi “Sovyet baskısı sonucunda gerçekleştirilecek anlaşmalar” üzerinden Sovyet kontrolüne geçme ihtimali, karşı önlem olarak “özgür dünya içerisinde mukavemetin yaratılması” fikrini doğurdu. Kongreyi ve Amerikan halkını bu devasa iş yükünün altına girilmesi için ikna etmek, Acheson’un da dediği gibi bazen meselenin “doğrudan da daha açık” bir hale getirilmesini gerektirdi.

Tek kutuplu nizam

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Rusya Başkanı Boris Yeltsin’in “ komünizmin kökünü kazımak” için başlattığı girişimler neticesinde Amerikalılar anlaşılır bir şekilde zafer sarhoşluğu dönemine girdi. 40 yıldır mücadele ettikleri rakipleri Berlin Duvarının yıkılmasını ve Almanya’nın birleşmesini sadece seyretmekle yetindi. Birkaç yıl önce kanlı bıçaklı oldukları aynı rakip bu sefer, ABD ile birlikte hareket ederek BM’de oy birliği ile Irak ordusunun Kuveyt’ten çıkarılması için tek saf oluyordu. Sovyet zulmünün demir yumruğu yavaş yavaş etkisini kaybederken, Doğu Avrupa’nın “artık özgür olan” halkları demokrasiyi ve serbest pazar ekonomisini sevinçle karşılıyordu. ABD Başkanı George H. W. Bush “yeni dünya nizamının” kurulduğunu ilan etti. Bu noktadan sonra ABD, “kenetlen ve büyü” bayrağı altında, büyüyen liberal nizama tabi olmak isteyenlere, “hoşgeldiniz” demeye başladı.

Ünlü iktisatçı John Maynard Keynes, fikirlerin gücü hakkında konuştuğu bir yazısında şöyle der; “Otoriteyi elinde bulunduran ve gaipten sesler duyan 'deliler', içinde bulundukları cinnet halini, birkaç sene öncesine ait akademik 'karalama' çizerlerinin eserlerinden damıtırlar.” Bu örnekte ise, Amerikalı siyasiler, bir siyaset bilimci olan Francis Fukuyama tarafından yazılmış ve 1992 yılında en çok satan kitap olan “The End of History and the Last Man (Tarihin Bitişi ve Son Adam)” isimli eserin peşinden sürüklenmekteydi. Fukuyama kitabında, fikirler arasında binlerce yıldır devam eden mücadele döneminin sona erdiğini savunuyordu. Bundan sonra, dünya üzerindeki bütün milletler kendilerini zengin edecek bir sistem olan serbest pazar ekonomisini ve kendilerini “özgür” kılacak demokratik devletleri bağrına basacaktı. “Şahitlik yaptığımız bu dönem, sadece Soğuk Savaşın bitişinden veya tarihte birçok benzeri bulunan savaş sonrası dönemin bitişinden ibaret olmayıp, bizatihi “Tarihin” külliyen bitişinin yaşandığı bir dönemdir. Şöyle ki; insan ırkının ideolojik evrimi artık nihayete erişmiş olup, insanın bir ırk olarak nasıl idare edilmesi gerektiği üzerine yapılan tartışmalar Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesi ile son bulmuştur.” 1996 yılına gelindiğinde New York Times yazarı Thomas Friedman bir adım daha ileri giderek “Altın Kemerler Üzerinden Çatışma Engelleme Teorisini” ilan etti. Bu teori şöyle diyordu; “bir ülke belirli bir mali gelişmişlik seviyesine ulaştığında, Mc’Donalds’ı ayakta tutabilecek kudrette bir orta sınıfa sahip olduğunda, o ülke McDonalds’ın ülkesi olur ve McDonald’s’ın ülkelerinde yaşayan insanlar savaştan haz etmezler; onların haz aldıkları şey burger yemek için sırada beklemektir.”

Bu vizyon, neo-muhafazakar tutucu sağcılar ile liberal müdahaleci solcular arasında enteresan bir ittifak doğurdu. Normal şartlar altında bir araya gelmesi imkansız olan bu iki cenah, iktidara gelen ABD Başkanlarını, namlu zoruyla da olsa kapitalizmin ve liberal demokrasinin dünyaya daha da hızlı bir şekilde yayılması gerektiğine ikna ettiler. 1999 yılında Bill Clinton, Kosova’yı rahat bırakması için Belgrad’ı bombalattı. 2003’te George W. Bush, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i devirmek amacıyla ülkeyi işgal etti. Uluslararası komuoyuna savaş sebebi olarak sunulan “kitle imha silahlarının” ABD güçleri tarafından bir türlü bulunamaması üzerine bu sefer de yeni bir misyon ilan etti; “barışçıl, refah dolu ve kalıcı bir demokrasi inşa etmek.” Bush’un o dönemde ulusal güvenlik danışmanı olan Condolezza Rice’ın kendi sözleriyle; “Irak ve Afganistan, Büyük Orta Doğu’da özgürlük, hoşgörü ve demokrasinin yayılması için açılan savaşın ön cepheleridir” denildi. Ve 2011’de Barack Obama, bir anda patlak veren Arap Baharı’nın vaatlerini kucaklayarak, Orta Doğu’nun halklarına demokrasi getirmek ve var olan demokrasileri daha da ilerletmek için Libya’yı bombalayıp, ülkenin zalim lideri Muammer Kaddafi’yi öldürmeye karar verdi. Yaşanan bu olayların her birinde, bir an olsun duraksayıp, “tek kutubun, kendisine karşılık veremeyecek kadar zayıf devletlere karşı liberalizmi dikte etmek amacıyla askeri güç kullandığı” gerçeğine karşı Washington’da sadece birkaç kişi itiraz etti. Ne de olsa dünya tarihinde artık yeni bir döneme girildiğinden, geçmişte bu tür davranışlara karşı doğacak tepkiler hakkında insanlığın öğrendiği bütün dersler yok hükmündeydi.

Şu artık gün gibi açıktır. Soğuk Savaşın sona ermesi, tek kutuplu bir devir başlatmadı, geride bırakılan bu süreç tek kutuplu bir “lahzadan” ibaretti. Bugün, dış politikanın elitleri, otokrasi ile yönetilen devasa bir Çin gerçeğini artık gördü. Bu yeni güç, ABD’nin lider olduğu birçok alanda hızla ilerlerken bazı alanlarda da lideri çoktan geçti. İlaveten, kendine güveni tam, liberal olmayan, nükleer bir süpergüç olan Rusya tekrar sahneye çıktı ve sahip olduğu askeri gücü, hem Avrupa’nın sınırlarını hem de Orta Doğudaki güç dengelerini değiştirmek için kullanmaktan artık çekinmiyor. Herkes yavaş yavaş ve sancı çekerek de olsa, ABD’nin elinde tuttuğu küresel gücün küçüldüğünün farkına varıyor. Gücü yansıtan en önemli gösterge olan gayrısafi milli hasıla oranlarına baktığımızda, 2. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın yarısını elinde tutan ABD ekonomisi, Soğuk Savaşın sonunda dünyanın dörtte birini, bugün ise dünyanın yedide birini elinde tutuyor. Önüne çıkan engelleri aşmak için kullandığı temel strateji “kaynaklarla domine etmek” olan bir ulusun bu derece gerilemesi, ABD’nin dünya liderliğini de sorgulanabilir hale getirdi.

“Tarih’in geri döndüğünü” gösteren bu durum, Trump hükümeti tarafından bu yılın sonunda açıklanan Ulusal Güvenlik Stratejisi ve Ulusal Savunma Stratejisi evraklarında geniş olarak yer aldı. Ulusal Savunma Stratejisinde şu ifadeler yer alıyor; “tek kutuplu dönemde, ABD her alanda rakipsiz ve dominant bir üstünlük sahibiydi. Sonuç olarak, kuvvetlerimizi nereye istersek oraya gönderebiliyor, nerede istersek orada toplayabiliyor ve nasıl istersek öyle hareket edebiliyorduk” Ancak günümüzde ise, Ulusal Güvenlik Stratejisinde de yer aldığı üzere; “Çin ve Rusya, kriz zamanlarında Amerika’nın bölgeye erişimini engellemek ve rahatça hareket etme yetisini kısıtlamak üzere askeri önlemler devreye soktu. Musahhih güçler, yürürlükte olan uluslararası nizamı kendilerine hizmet edecek şekilde değiştirmeye çalışmaktadır.”

Amerikan deneyi

242 yıl önce dünya sahnesine çıkan Amerikalılar, o zamandan itibaren, inandığı değerlerin (özgürlüklerin) kendi ülkelerinde sağlamlaştırılması meselesini her zaman yurtdışındaki arzularının üzerinde tutmuştur. The Founding Fathers ( Kurucu Babalar - ABD Devletini kuran kadro ) özgür vatandaşların kendilerini yönetmeleri için bir yönetim sistemi kurulması işinin her zaman sonu belli olmayan ve tehlikeli bir serüven olduğunun bilincinde olan insanlardı. Karşılarına çıkan en büyük sorunlardan bir tanesi de, Amerikalıların haklarını garanti altına alıp onları harici tehditlere karşı koruyabilecek kadar güçlü ancak elindeki gücü kötüye kullanamayacak kadar da göreceli olarak güçsüz bir hükümetin nasıl kurulacağı idi.

Bu sorun için geliştirdikleri çözüm, Richard Neustadt’ın belirttiği gibi, “güçler ayrılığı” ilkesini uygulamak yerine, “gücü paylaşan ayrı kurumların” hayata geçirilmesi oldu. Anayasa bir “mücadeleye davet” mektubuydu. O günden beridir bütün başkanlar, kongre üyeleri, yargıçlar ve hatta gazeteciler mücadele ediyor. Bu sürecin güllük gülistanlık olmaması, aslında amaçlanan bir hedefti. Yüksek Mahkeme Yargıcı Louis Brandeis’in, hatalar, engellemeler ve teyamüllerden dolayı yargıda yaşanan gecikmelerden dolayı hayıflananlara da açıkladığı gibi, “Kurucu Babaların” amacı “etkin bir sistem yaratmak değil, gelişigüzel güç kullanımının engellenmesiydi.”

Amerikan deneyi başlangıcından itibaren sürekli bir “yarı-mamül” oldu. Birden fazla sefer iflas etmenin eşiğine de geldi. Abraham Lincoln “bu ulus, veya bu derece üzerinde çalışarak meydana gelmiş herhangi bir ulus uzun süre var olabilecek mi?” diye sorarken, mecazi anlamda konuşmuyordu, aksine Amerikalıların yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunun altını çiziyordu. Ancak tekrar ve tekrar, adeta bir mucize gibi, bu ulus her zaman kendini yenileme ve yeni yollar bulma konularında başarılı oldu. Bu çetin sınav boyunca Amerikanın liderleri için tekerrür eden en önemli tahakküm, liberalizmin en az bir ülkede hayatını devam ettireceğinin dünyaya gösterilmesi oldu.

Yaklıaşık iki yüzyıl boyunca bu, dış müdahalelere karşı önlem almak ve herkesi kendi haline bırakmak şeklinde tezahür etti. Amerikalılar kişisel bazda, Fransa’dan yükselen “özgürlük, özgürlük, özgürlük” sloganlarına sempati duydular, Amerikalı tüccarlar tüm dünyaya yayılmıştı hatta ve ilaveten Amerikalı misyonerler tüm kıtalarda Hristiyanlığı yaymak adına da çalıştılar belki ama Amerika Birleşik Devletleri kanını ve parasını nereye harcayacağına dair hiç tereddütsüz ve her zaman kendi topraklarına öncelik verdi.

Amerikalı stratejistler, ancak Büyük Buhran ve 2. Dünya Savaşı sonrasında, ülkenin hayatta kalabilmek için sınır ötesinde daha aktif rol alması gerektiğine karar verdiler. Bu karar, Sovyetlerin, Soğuk Savaş döneminde kurulup geliştirmeleri halinde bir tehdit oluşturacağı kesin olan kurum ve ilişkelerin önüne geçilmesi için alındı. Bu çabaların tek amacı, NSC-68’de ( Truman hükümeti döneminde yürürlüğe alınan ve Soğuk Savaş stratejisini özetleyen ulusal güvenlik politikası belgesi ) anlatıldığı gibi, “ temel kurumlarımızın ve değerlerimizin sapasağlam bir şekilde muhafaza edilmesi ve Amerikalarının özgür bir ulus olarak hayatına devam etmesidir.”

Bugüne kadar yeterli oldu

Küresel nizamı tehdit eden unsurlardan bir tanesi de Başkan Trump’tır. Ancak, en tehlikeli unsur odur denilemez. Kendinden önceki hükümetlerin başlattığı ve velisi olduğu, gaz salınımının azaltılması (Küresel ısınma konusu kastediliyor) ve ticaretin teşvik edilmesi gibi girişimlerden teker teker çekilmesi ve müttefiklerimizle olan birliğimizden doğan gücün sebebini yanlış anlaması tabi ki endişe vericidir. Ancak, hem Çin’in yükselişi, hem Rusya’nın tekrar sahneye dönmesi hem de ABD’nin elinde tuttuğu küresel gücün zayıflaması, Trump’un sebep olduğu endişeden çok daha önemli meselelerdir. İlaveten, şu sorudan kaçmamız da artık imkansızdır; “Trump bir hastalığın belirtisi mi yoksa sebebi mi?” Pekin’e yaptığım bir yolculuk esnasında önemli bir Çin devlet adamı beni aşırı derecede kaygılandıran bir soru sordu; “Bütün Amerikan elitleri, Trump’ın karakteri ve tecrübesizliği nedeniyle bu büyük ulusa başkanlık yapmak için liyakat sahibi olmadığını düşünüyor. Peki kendisinin başkan olması kimin suçu? Fırsatçı doğası nedeniyle bir şans bulduğunda bunu değerlendirip zafer kazanan Trump mı yoksa bunu yapmasına müsaade eden siyasi sistem mi?”

Şu anki haliyle ABD hükümet yapısının ihtiyaçlara cevap veremediği aşikar. Trump öncesi hükümetler döneminde girilen ve bir türlü bitmek bilmeyen, başarısız savaşlar ile 2008’deki Küresel Kriz bunun açık göstergelerindendir. Bu felaketlerin liberal öz-yönetim sistemine verdiği zarar, Trump’ı eleştirenlerin en uçuk hayallerinin gerçekleşmesi halinde doğacak olan hasardan kat ve kat fazladır. Bu sebeple, demokratik hükümete inanan Amerikalıların çözmesi gereken en büyük sorun, tarihte birçok defa yapıldığı gibi kendi vatanlarında işleyen bir demokrasiyi tekrar inşa etmektir.

Neyse ki, bunu yapmak için Çinlileri, Rusları veya başka milletleri özgürlük olgusuna Amerikalılar kadar değer vermeleri için ikna etmek zorunda değiliz. Hatta yabancı rejimleri zorla demokrasilere çevirmek zorunda da değiliz. Bunun yerine, Kennedy’nin 1963 yılında American University’nin diploma töreninde yaptığı konuşmada söylediği gibi, “liberal olsun veya olmasın farklılıkların yaşaması için güvenliği tesis edecek” bir dünya nizamının arkasında saf tutmak yeterli olacaktır. Bu durum, ABD dış politikasının, ülkelerin yönetilme şekli konusunda farklı fikirleri olduğunu ve insanların kendi kurallarına göre yönetilmek istediği gerçeğini kabul etmesini gerekecektir. Böylesine bir farklılığı içinde barındırıp idame ettirebilecek kapasitede bir nizamın en düşük seviyede hayata geçirilebilmesi için dahi, Kennan’ın “Uzun Telegraf’ının” yazılmasından ancak 4 sene sonra, uygulanmaya başlanılan Soğuk Savaş stratejini ortaya çıkaran akıldan ve bugünkü konvansiyonel akıldan çok daha yaratıcı bir stratejik hayal gücüne ihtiyacımız olacak. 

Siyaset Bilimci Graham Allison'un Foreign Affairs'de yayınlanan makalesi Mepa News okurları için tercüme edilmiştir.

 

Bu yazı toplam 25737 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
Graham Allison Arşivi