Mepa Haber Merkezi

Mepa Haber Merkezi

Ortadoğu'nun en büyük ikinci dini: Futbol

Ortadoğu'nun en büyük ikinci dini: Futbol

"Ortadoğu futbolunun çalkantılı dünyası" isimli kitap spor üzerine yazılan en ağır, yenilikçi, orijinal ve önemli eserlerden birisidir. Kitabın yazarı James Dorsey eserinde titiz ve korkusuz bir şekilde futbolun Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da siyasal, sosyal ve dini kontrolü nasıl etkilediğini aktarıyor.

Dorsey, futbolu karşımıza baskıyı güçlendiren ama aynı zamanda otoriteye kafa tutma aracı olarak da kullanılabilecek karmaşık bir kültürel araç olarak koyuyor. Futbolun doğru ellerde nasıl bir diktatörlük aracı olarak kullanılabileceğini, Libya’yı uzun yıllar idare eden Kaddafi’nin oğlu El Saadi Kaddafi’nin inanılmaz hikayesi üzerinden açıklanıyor.

 


Sadi el Kaddafi Trablus Ehli takımının hem sahibi, hem teknik direktörü hem de kaptanıydı

Babasının hüküm sürdüğü yıllarda El Saadi, Ehl-i Triboli (Trablus Ehli –Trablusspor) isimli halk arasında popüler bir futbol takımının hem sahibi, hem başkanı, hem de sahadaki kaptanıydı. Aynı zamanda da Libya Futbol Federasyonu’nun da başında bulunuyordu. İddialara göre kendisinin futbol üzerindeki etkisini eleştiren bir milli takım oyuncusunu ve teknik direktörünü öldürttü. Rakibi olan bir diğer Libya takımı Ehl-i Bingazi’nin (Bingazi Ehli –Bingazispor) ligin zirvesindeyken küme düşmesini sağladı ve tepki olarak taraftarlar kendisini protesto edince de takımın maçlarını oynadığı stadı yıktırdı.

Futbolun otorite kurumlarına kafa tutulmasına ortam sağladığına örnekler göstermek adına El Saadi’nin yaptıklarını sıraladıktan sonra yazar okuyucularına hemen basit sonuçlar çıkartmamaları için uyarıda bulunuyor.

Kitap, Kahire merkezli Ehl-i SC’nin 1907’de kurulmasını işgalci İngiliz güçlerinin yerlileri dışlayarak spor kulüpleri açmasına bir tepki olarak yorumluyor ve daha sonra takımın hızlı bir şekilde nasıl “sömürge karşıtı, monarşi karşıtı, milliyetçi düşüncedeki insanların bir araya gelme yeri” olduğunu anlatıyor.

Benzer şekilde, 10 Cezayirli futbolcunun 1958’de Fransa’dan gizli bir şekilde kaçarak Ulusal Özgürlük Cephesi’ni (FNL) tanıtmak için dünya turuna çıktığından bahsediyor. FLN Cezayir’in bağımsızlık isteğine büyük momentum kazandırmış bir oluşumdur. Sonuç olarak futbol gerçek çatışmalarla mahvedilmiş bir bölgedeki farazi savaş alanı misali, kaotik bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu bağlamda stadyumların Dorsey için önemli bir anlamı vardır; hüküm sürenlerin rejimlerini sağlamlaştırmak için, taraftarların da bir şeylerin değişmesini sağlamak için savaş verdiği bir meydan.

Stadyumlar maalesef sıklıkla korku tiyatroları olarak kullanılır, zalim rejimler buralarda “ibret” olsun diye adeta bir şov gibi ceza infaz ederler ve bir korku kültürü oluşturmak isterler.

Irak’ta Uday Hüseyin Bağdat Halk Stadyumunda milli takım oyuncularını Dünya Kupası elemelerinde başarısız oldukları için halkın gözünün önünde cezalandırırdı. Bu uygulama, sahadaki başarı ile siyasi kontrol arasındaki ilişkinin açık bir yansımasıdır.


2004 yılında Bağdat Halk Stadyumunda bulunan, Uday Hüseyin'in futbolcuları cezalandırmak için kullandığı mekanizma.

“Taliban stadyumları el koyduğu kaçak malları ve uyuşturucu yapılan bitkileri yakmak için kullanmıştır. Afganlar halen hava karardıktan sonra Kabil’deki Gazi Stadyumu’na girmekten imtina ederler” dedikten sonra Dorsey başka yerlerde futbol stadyumlarının zalim rejimlerin daha açık ve demokratik bir topluma dönüştürülmesi için verilen savaşlarda merkezi bir rol oynadığını okuyucularına hatırlatıyor.

Bölgedeki birçok yerde statlar otokrasinin elinin dışında kalan tek halka açık mekan olarak karşımıza çıkar. Dorsey üniversite kampüsleri ve statlar arasında paralellikler olduğunu söyler zira kampüsler tarihsel olarak devrimlerin üreme noktaları iken futbol stadyumları ise “protesto kuluçkası” görevi görür.

Yapı gereği stadyumlar fikirlerin yayılmasını kolay hale getirir, protestoculara sayı üstünlüğü avantajını kazandırır ve eğer maç canlı yayınlanıyorsa rejimin protestoya müdahalesi halinde bütün dünyanın bunu görme tehlikesi olur.

Dorsey’nin araştırmasının en can alıcı noktalarından bir tanesi de Mısırlı taraftar grubu "The Egyptian Ultras" hikayesidir. Bu taraftarlar 2011 yılındaki Tahrir Meydanı gösterilerinde önemli bir rol oynadılar ve Hüsnü Mübarek’in koltuğundan indirilmesine yardım ettiler. Yıllardır toplumu içine alan korku çemberini bu taraftarlar statlarda uzun süren gösterilerde polisle çatışarak adeta yıktılar. Yazar bu hikaye ile okurlarına Arap Baharına farklı bir pencereden bakma fırsatı takdim ediyor.

Ultralar “güvenlik güçlerinin yenilebilir” olduğunu ispatlayarak değişimin kapılarını açtılar. Dahası, stadyumlardaki çatışmalar gösteriler açısından da hayati önemdeydi zira taraftar grubunun tecrübe ettikleri olaylar onları “orta sınıfı varlıklarından dahi haberdar olmadıkları kabiliyetlerini geliştirmeye zorladı”. Militan benzeri yapıları ve organize olmayı başarabilmeleri belki de Mübarek’in devrilmesini imkansız olmaktan çıkaran etkenlerdi.

“Ultra” kelimesinin devrimin parçası olan diğer kitleler tarafından da kullanılması, taraftar grubunun muazzam etkisinin bir kanıtıdır. Örnek olarak Nahdawi Ultraları Müslüman Kardeşler ve Mursi ile bağlantılı militan bir gruptur, futbolla hiçbir alakası yoktur. 

İslam ve futbol arasındaki çelişkiler

Kitabında, yazar İslam ile futbol arasındaki ilişkiyi inceleme fırsatı da bulmuştur. Bu kısımda Dorsey, bir diğer ilginç paradoksu gözler önüne seriyor: Birçok İslamcı tarafından uygun görülmeyen futbol Müslüman gençlerin radikalleştirmesinde bir araç olarak kullanılmaktadır.

Muhafazakar alimlerin bazıları Batı’nın kötülüklerinden insanların dikkatini başka yere çektiği ve oyunun kurallarının İslam hukuku ile çeliştiği gerekçeleriyle futbolu İslam’a aykırı olarak görürler. Suudi Arabistan’ın eski baş müftüsü Muhammed bin İbrahim el Şeyh insanları futbolun kitleler arasında “nefret ve garez” yaratabileceği konusunda uyardı ve oyunun İslam’ın “tolerans, kardeşlik, kalplerin ıslahı ve temizliği” emirlerine ters düştüğünü savundu.

El-Şebab Somali’nin geniş bir kısmını kontrolü altında bulundurduğu zamanlarda Dünya Kupası’nın izlenmesini yasakladı. Maç izlerken yakalananlar cezai işleme tabi tutuldu. Ancak, El-Şebab’ın fikir babası Usame bin Ladin söylenenlere göre futbolu severdi ve çocukluğunda Cidde sokaklarında futbol maçları organize ederdi ve buralarda muhafazakar görüşlerini vaaz ederdi.

Bin Ladin’in bir çocukluk arkadaşı, sonrasında top oynama vaadiyle hocalarının onları nasıl uzun saatler fazladan ders çalışmaya ikna ettiğini hatırladığını söylüyor.”Organizasyon açısından maçlar kötüydü, verilen vaazlar da git gide daha fazla şiddet içermeye başlamıştı” diye de ekliyor. Dorsey bu noktada stadyumlar nasıl ideal bir “protesto kuluçkası” işlevi görüyorsa, futbol takımları da aynı şekilde cihat için bir kuluçka olabilir fikrini ortaya atıyor.

Birçok örnekte, geçmişte beraber futbol oynayanlar arasındaki “kardeşlik ve görev disiplini” yüksektir, futbol takımlarından devşirilen militanlar birbirine yakın, yüz yüze iletişim kuran ve çözülmesi zor “güçlü ve birliktelik olgusu oturmuş” cihadi gruplar oluşturulmasının önünü açar.

Dorsey’e göre futbolun reddi, ahlaki nedenlerden daha çok oyunun potansiyel olarak “siyasi ve sosyal kontrol” üzerinde tehdit oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Yazının bu kısmında sürekli olarak futbolun kontrol dışına çıkması halinde otoritenin kurumlarını tehdit edici karmaşık bir araca dönüşebileceği vurgulanmaktadır.

Futbol toplumun yapısını nasıl etkiler?

Kitapta, yazar futbolun Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir kimlik tanımlayıcı etken olarak etkisini de ele alıyor. Futbol sayesinde bazı yerlerde ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören kadınların rejimlere nasıl kafa tutma imkanı elde ettiğini geniş bir şekilde anlatılıyor.

İran’ın 1998 Dünya Kupası'na katılmaya hak kazanmasının ardından “kutlamalar bir süre sonra İran’ın erkek ve kadınların bir arada bulunmalarını kısıtlaması, kadınların halk içine çıkmasını engellemesi ve alkol tüketiminin sınırlandırılmasını protesto eden gösterilere dönüştü.”

2012’de iki İranlı kadın, erkek kılığına girerek Güney Kore’yle yapılan Dünya Kupası elemesi maçına girdi ve maç sonrasında da kimliklerini açıkladı. Her iki olay da futbolun “kadının karşı koymasına” kapılar açtığını gösteren örneklerdir.

Filistin’in FIFA’ya İsrail’in üyelikten çıkarılması için verdiği teklife destek amacıyla düzenlenen protestoda Filistinli bir çocuk İsrailli askere kırmızı kart gösteriyor.


Filistinli bir çocuk İsrail askerine kırmızı kart gösteriyor. 

Benzer şekilde, FİFA’nın kadın milli takımları olmayan ülkelere yaptırımlar uygulaması ve uluslararası düzeyde bir futbol hakeminin kızı olan Seher el-Hawari’nin bu konudaki girişimleri Arap uluslarını reform yapmaya mecbur bıraktı. Kadınların futbol oynaması büyük tartışmalara yol açtı ancak Dorsey’e göre itirazların sebebi dinden değil, muhafazakar görüşlerden kaynaklanıyor.

Dorsey futbolun milli kimlik tesis edilmesinde hayati bir rol oynayabileceğini kitabında işliyor. Filistin örneğinde, FIFA’nın bölgeyi bir ülke olarak tanıması insanların “ulusal hayallerine” uluslararası bir zemin kazandırdı. Saddam sonrası Irak’ta milli takımın 2007 Asya Kupasında elde ettiği başarılar kısa süreli de olsa iç savaşın eşiğindeki bir ülkede birlik sağlamayı başardı. Irak Eğitim Bakanlığı’nda görevli bir kişi “siyasilerimizden hiçbirisi bizi milli takımımızın bir araya getirdiği şekilde birleştiremez” ifadelerini kullanmıştı. Dorsey tekrar ve tekrar futbolun toplumda değişiklik yaratabilecek bir olgu olduğunu kanıtlıyor.

Eğer kitaba bir eleştiri yapılması gerekirse bu, içeriğin odağının futbolun bölgedeki etkisinin çok fazla olduğunu aynı zamanda da tartışmalara yol açtığını kaçıracak kadar geniş olmasıdır. Sonuç olarak, Dorsey bulgularını tek ve açık bir anlatımda toparlayamamaktadır.

Özellikle son bölümde, Körfez ülkelerinin küresel futbolun seçkin takımlarına olan ilgisinin işlendiği kısım, kitabın geri kalan kısmından kopuk, neredeyse ayrı bir kitap konusu olan bir bölüm olarak karşımıza çıkmaktadır.

Her halükarda Dorsey, özenli bir araştırma sonucunda harika bir eser ortaya çıkarmıştır. Ana fikir olarak da futbolun kültürel bir kurum olduğu, köklü tutkuları harekete geçirme kabiliyetine sahip olduğu, otoriteyi sarsabileceği ve hatta sarsmaya devam edeceğini bizlere sunuyor.

Yazar kitap boyunca okuyuculara birçok olağanüstü hikaye ile buluşturuyor. Kitaptan Libya’da oyuncuların formalarında sadece numara olduğunu, isimlerin taraftarlar arasında çok popüler olmasının önüne bu şekilde geçildiğini, uzun süre ülkeyi yöneten Cemal Abdül Nasir’in bakanlar kurulu toplantılarında futbolla uzaktan yakında alakası olmadığı halde takımların durumunu tartıştığını, yapılan araştırmalara göre Mısır’da gerçekleşen boşanma vakaları ile futbol tutkusu arasında direk bir bağlantı bulunduğunu öğreniyoruz.

 

Nicholas Brookes ve Peter Oborne tarafından kaleme alınan bu makale Mepa News okurları için tercüme edilmiştir

 

 

 

Bu yazı toplam 5228 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
Mepa Haber Merkezi Arşivi