İslami Çalışma Dersleri 7: Davetin asıl maksadı ve ilk adımlar
İslam mesajının vahyedilmesi ve İslam'ı egemen kılma mücadelesinin verilmesi belirli bir coğrafyada ve belirli bir kadroyla başladı. Mekke ve çevresinde sahabelerin temelini oluşturduğu bir mücadeleydi bu. Bu ilk kadro Allah azze ve celle tarafından takdir edilmişti ve İslam'ın ilk olarak buradan neşet etmesi kaderde yazılmıştı. Bizler bugün ise mekânı ve kadroyu farklı farklı coğrafyalarda oluşturmakla memuruz. Yani kendi yaşadığımız yer doğal olarak neresi ise İslami mücadele orada başlar. Doğal çevremiz kimlerse İslami mücadele onlarla başlar. Yani teşbih yapacak olursak hem semt, her mahalle bir Mekke olmalıdır. Her semtte bir Daru'l Erkam bulunmalıdır. Bu sebeple bizim İslami mücadeleyi vereceğimiz zemini ve beraber yürüyeceğimiz insanları belirleme hususunda bazı yaklaşımlarımız olması gerekiyor.
Kendini yetiştirmek
Bizlerin İslam dinini egemen kılmak için çalışmaya başlamadan önce evvela kendimizi dünyevi ve dini açılardan insanlara bir şeyler aktarabilecek bir biçimde donatmamız, yetiştirmemiz gerekiyor. Biricik önderimiz Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, insanlara davette bulunmaya başladığı sırada her açıdan ciddi donanıma sahip bir şahsiyet olarak öne çıkıyor. Hem güvenilir birisi olarak biliniyor hem insanları iyi tanıyor, ahlakı düzgün. Vahyin gelmesinin ardından da bir yandan Allah azze ve celle O'nu Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla eğitiyor ve ona bilmediklerini öğretiyor.
Bizlerin de insanlara bir şeyler anlatabilmemiz için, insanları bir yola davet edebilmemiz için ilk olarak kendisini donatmış, yetiştirmiş bir insan olmamız gerekiyor. Hem dünyevi açıdan hem dini açıdan. Zira yeterli bilgisi olmayan bir insan başkalarını aydınlatamaz. Yani bir yandan insanlara bir şeyler anlatabilecek kapasitemiz olması gerekiyor. Diğer yandan da bizde öyle dünyevi özellikler olması gerekiyor ki insanlar bizi dinlesin, söylediklerimize önem versin. Bu açıdan bugün insanlar kimleri dinliyor, kimlerin söylediklerine ne şekilde önem veriyor, önder belirlediği kişilerde ne gibi özellikler arıyor, bunların üzerinde düşünülmesi gerekiyor.
Elbette bu yolda bizim karakter özelliklerimizin de büyük bir önemi var. Güvenilir olmak, düzgün bir hitabet, insanların sevgisini kazanabilmek gibi. Bilhassa sevgi ve samimiyet büyük bir öneme sahip. Çünkü insanlar her zaman ön yargılarıyla hareket ediyor ve dış mesajlara kendilerini kapatıyor. Bu ön yargı duvarlarını aşmanın en iyi yolu insanların bizlerde muhabbeti ve samimiyeti görmesi. Biz insanlar tarafından sevilirsek ve samimi görülürsek o zaman ön yargılar da yıkılmaya başlıyor.
Davete ilk adım
Elbette burada "yeterlilik" konusunda bir noktaya vurgu yapmak gerekiyor. Yani bir insan İslami mücadelenin başlangıç noktasında harekete geçmeden önce kendisinin bu konuda yeterli olup olmadığını nasıl anlayabilir?
Bu noktada, hangi seviyenin "yeterli" olduğunu söylemek elbette zordur, ancak şöyle bir örnek verilebilir. Bir adada mahsur kalan bir kişi, adadan kurtulmayı planlarken olimpiyatlara katılacak derecede iyi yüzme bilmenin hesabını yapmaz. Mahsur kaldığı yerden kurtulabilecek kadar yüzmesi ve haddini bilerek, ihtiyatlı hareket etmesi yeterlidir. Tıpkı bunun gibi bizler de Allah yolunda çalışmak için "bismillah" demeden önce "mükemmel" olmayı beklememeliyiz. Belirli bir ağırlık ve kabiliyet kazanıp bismillah dememiz ve yola koyulmamız gerekir.
Bunun ardından kişi ilk olarak kendisine, içerisinde ve çevresinde faaliyet göstereceği bir alan belirlemelidir. Bir semt, bir mahalle, bir çay ocağı, bir cami, bir okul gibi. Bunların tabii alanlar olması, insanın kendisini zorlayarak dahil ettiği ortamlar olmaması gerekir. Yani İslami çalışmanın öncüleri, doğal olarak yaşadıkları ortamlarda bu çalışmayı yapmalıdır. Mesela kişinin gidip geldiği bir çay ocağı, günlük cemaatinden olduğu bir cami, okuldan samimi olduğu bir arkadaş grubu gibi alanlar çalışılabilecek alanlardır.
Yani insanların kendisini dinlediği, sözlerine itibar ettiği ve o sözler doğrultusunda kendilerini geliştirip değiştirebildiği bir ortam gerekir. Okulda, hastanede, fabrikada, sokakta, insanın tabii olarak bulunduğu her yerde bu yapılabilir. Nerede insan varsa orada İslam ve İslami mücadele vardır. İnsanın tabii olarak parçası olduğu bir yerde bu çalışmayı yapması onu ve çalışmasını güçlendirir. Zira küfür güçleri onu doğal bir parçası olduğu bu yerden o kadar kolayca söküp atamaz.
Davetin maksadı
Bunların ardından insanlara hitap etme meselesi başlar. İnsanlara bir şeyleri ve bir amaçla anlatmak... "Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar" ayeti misali...
Burada şunu hedeflemek gerekiyor: Yapılan davet neticesinde, hedefteki bu insanlardan öyle bir şey çıkacak ki bu şey İslami mücadele mevzusunda sadece birkaç senelik değil belki de bir asırlık bir netice ortaya koyacak. Bereketli bir ağaç gibi olacak. Davetin ulaştığı bir kişinin belki kendisi değil oğlu veya torunu bu daveti sırtlayıp İslami mücadele için verimli işler ortaya koyacak. Yani davet sadece davet olması için yapılmamalı. Davetin maksadı bir misyonerlik değil. İnsanlara İslam'ı anlatmak, İslam'ı benimsetmek ve onları öylece bırakmak değil. Onlardan bir kadro, bir cemaat çıkarmak. Bu cemaati Allah yolunda cihadın, dünyada beklenen değişimin, İslami egemenliğin bir vasıtası kılmak. Tıpkı Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in yaptığı gibi.
Bu şekilde bir vizyonla hareket etmek şarttır. İşin detayına baktığımızda, Rasulullah'ın İslam davasını asırlara taşıyacak, ona kıtalar aştıracak bir kadro inşa ettiğini görüyoruz. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Talha, Zübeyr, Abdurrahman bin Avf, Sad bin Ebi Vakkas, Said bin Zeyd, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Halid bin Velid, Amr bin As radıyallahu anhum ecmain gibi sayısız önder şahsiyet...
Bu kadro çalışmaları hakikaten bereketli bir ağaç gibidir. Yani siz, yaptığınız işlerle, küçük dahi görseniz, bir şeyler bırakıyorsunuz geriye. Ve bu meselenin aslında en temel noktası da bu. Bir miras bırakmak.
Bu açıdan söylediğimiz sözler, bıraktığımız eserler büyük öneme sahip. Yani insanın aklına bir şey giriyor, daha sonra o fikir büyüyor, büyüyor, büyüyor... Artık adeta bir bebek haline geliyor, bir çocuk gibi anne rahmine düşüyor, doğuyor, gelişiyor. Bu, gerçekten çok etkileyici bir örnek.
İz bırakmak
Bizlerin de Müslüman olarak, İslami mücadeledeki yöntem bakımından yapmamız gereken temel şey bu. İnsanlarda iz bırakmak. Ama nasıl bir iz bırakmak?
Bizler hakkında söylenen şeyler, yani bıraktığımız intiba şöyle olmamalı: "Ya bir adam var, sürekli eleştiriyor, sürekli konuşuyor, sürekli tekfir ediyor, sürekli olmayacak, uçuk kaçık şeyler anlatıyor. Hiç somut, uygulanabilir, işe yarayacak bir şeyler söylemiyor."
Veya şöyle de olmamalı: "Sürekli konuşuyor, anlatıyor ama ortaya koyduğu somut ve istikrarlı bir şey yok."
Keza şöyle de olmamalı: "Çok önemli şeyler söylüyor ama soğuk ve ilgisiz bir insan. Hiç aramızda yok. Bizlere sevgi duymuyor. Bizimle beraber yürümüyor."
Şöyle de olmamalı: "Birçok şey anlatıyor ama somut ve istikrarlı bir çaba ortaya koymuyor. Yaptığı bir iş yok."
Olması gereken ise, en ufak meselede bile akla gelebilmek. "Samimi bir arkadaş, seneler önce bana şöyle şöyle bir şey anlatmıştı" dedirtebilmek. Mesela, bir kişi her ezan sesi duyduğunda senin anlattığın şeyler aklına gelir. Her Kur'an okunduğunda, "şeriat" kelimesi geçtiğinde aklına sen gelirsin. Çünkü bir örnek bırakmışsındır, bir iz bırakmışsındır. Bu iz günü gelince ve şartları oluşunca o adamda filizlenir.
Bazı insanlar vardır, şeriat deyince aklına kaba saba, hoyrat tipler gelir, çünkü sadece bu tarz Müslümanlarla karşılaşmıştır. Ama Müslümanlara daha farklı şahit olan bir başkası da der ki "bu şeriatçılar kendini yetiştirmiş, ağzı laf yapan, samimi, düzgün insanlar." İşte seneler önce söylediğimiz bir şey insanların aklında böyle yer edebilir.
Davetin aklı kurcalaması
Eğer davet yapılan kişi fikre açık ve samimi biriyse, atılan tohum bereketli bir toprağa denk gelmişse, bu kişi anlatılan şeyleri sürekli düşünür. O düşünce bir yerde onun içinde karın ağrısı gibi durur. Kendisini tahrik eder, harekete geçmeye zorlar. Rahatsız eder. Yani o düşünceyi öğrendikten sonra artık oturduğu yerde oturmak, hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmak ona ağır gelir. Onu huzursuz eder. Artık davetçi onun peşinde koşmaz, o davetçinin peşinde koşmaya başlar.
Anlatmaya çalıştığımız asıl mesele bu. Yani davetin aklı kurcalaması. Mesela düşünün, bir kişi diyor ki: "Bugün bir hoca sohbet anlattı, çok feyizliydi, gittik rahatladık. İçimiz açıldı, huzurla doldu."
Ancak bu durum tam olarak böyle olmamalı...
Eğer her şey tırnak içerisinde "çok mükemmelce" anlatılıyorsa, yani davet insanın aklını kurcalamıyorsa, oturduğu yerde oturmak onu huzursuz etmiyorsa, bu durum insana şöyle bir his verebilir: Dünya çok güzel, hiç savaş yok, sıkıntı yok, problem yok. Allah'ın hükümleri birebir uygulanıyor, insanlar mükemmel. Sen de oturur, geniş geniş dinlersin, huzur dolarsın. Halbuki huzursuz olmamız gerekiyor, zira dünyaya küfür egemen halde. Böyle bir durumda Müslüman nasıl huzurlu olabilir? Halbuki bir davetçinin muhatabını oyalamaması, onun zihnini uyuşturmaması gerekir. Onu harekete geçirmesi gerekir.
Şu anda olağanüstü şartlar var. O yüzden anlatılan meseleler insana adeta saplanan bir kanca gibi olmalı. Çünkü insanda bir rahatsızlık uyandırması lazım. İçine bir kurt düşmeli. İnsan "ben İslam adına gereken şeyleri yapmıyorum" hissini idrak etmeli.
Davetçiden bahsederken "bu adam böyle bir şey dedi" deyip düşünmeli. Mesela "gelir adaleti" gibi bir konu. "Bu nasıl sağlanır? İslam bu konuda ne der?" diye düşünmeli. Biz bu konulara temas ettiğimizde, belki bu konuda hiç düşünmeyen biri bile bu sözleri duyar ve düşünmeye başlar.
Bugün bizlerin şartları özelinde, insanların umumunu ilgilendiren en büyük meselelerden birini düşünecek olursak, siyasilere ve mevcut sisteme duyulan güvensizliği örnek verebiliriz. Bir davetçi bunu sistemli şekilde anlatınca, onu dinleyen bir başkası da "acaba nasıl olur?" diye düşünür. Oradan başka bir bağlantı kurar. Çeşitli sorular sorar.
Ve gelip davetçiye şunu diyebilir: "Sen bir zaman böyle bir meseleden bahsetmiştin, acaba bu konuda ne düşünüyorsun?" İşte davetçi, o anda o kişi için bir rehber, bir yol gösterici, bir hoca pozisyonuna gelmeye başlar. Fikirlerine güvenilen, değişime rehberlik edebilecek bir konuma gelir. Çünkü o kişiye bir "kanca" atmıştır. O kişi başka bir mevzuda da gelip davetçiye sorular sorar. "Sen geçen şöyle şöyle demiştin, peki şu konuda ne düşünüyorsun?" der. Davetçi de seviyeyi bozmadan, kibirli gözükmeden, bildiklerini anlatır. Bu kişinin aklına bir kurt daha düşürür. Mesele "vay be, hoca ne güzel anlattı!" dedirtmek değildir. Dinleyen kişinin yerinde duramaması, kıpır kıpır olmasıdır. Bu konuda bir hadis aktarmak istiyorum ki mesele daha iyi anlaşılabilsin.
Enes radıyallahu anh şöyle söyledi:
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabı yola çıktı ve müşriklerden önce Bedir'e vardılar. Ardından müşrikler de geldiler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Sizden hiçbiriniz, ben başında olmadıkça herhangi bir şey yapmasın."
Sonra müşrikler yaklaştı, bunun üzerine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem "Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete girmek üzere ayağa kalkınız!" buyurdu.
Ensar'dan Umeyr bin Humam radıyallahu anh "Ya Rasulallah! Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet mi?" diye sordu.
Rasulullah "Evet!" buyurdu.
Umeyr "Ne iyi, ne âlâ!" dedi.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem "Niye öyle söyledin?" diye sordu.
Umeyr "Allah'a yemin ederim ki, ya Rasulallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka maksadım yok." dedi.
Rasûl–i Ekrem "Şüphesiz sen cennetliksin." buyurdu. Umeyr, bu söz üzerine torbasından birkaç hurma çıkartıp onları yemeye başladı. Sonra: Eğer şu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır, diyerek elindeki hurmaları attı. Sonra şehid oluncaya kadar müşriklerle savaştı. (Sahih-i Müslim)
Muhabbet bağı
Davetçinin çalışmasının başarıya ulaşabilmesi aynı zamanda sevgiyle, muhabbet bağıyla da ilgili bir şey. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'e ashabı bu muhabbet gözüyle bakıyordu. Bunun en zirve örneklerinden biri Reci Vakası'nda yaşanmıştır. Reci Suyu yakınlarında tuzağa düşürülüp esir edilen sahabilerden Zeyd bin Desine radıyallahu anh'a, o dönemin müşrik liderlerinden Ebu Süfyan, "Ey Zeyd, Allah aşkına doğru söyle! Şimdi senin yerine Muhammed'in öldürülmesini, böylece evine dönmeyi istemez miydin?" deyince Zeyd şu cevabı vermişti:
"Yemin ederim ki şu anda ailemin yanına dönmek bir yana, Rasulullah'ın ayağına bir diken batıp onu incitse gönlüm ona bile razı olmaz."
Bu cevap karşısında Ebu Süfyan şaşırarak şu sözleri söyledi: "Doğrusu Muhammed'e inananların onu sevdiği gibi bir başkasını seven kimseyi görmedim."
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem de bu muhabbetin hakkını vermiş, ashabını işkenceyle şehid edenleri cezalandırmak için seferler düzenlemiştir.
Sahabelerin gözleri Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in iki dudağının arasındaydı. O ne diyecek diye bekliyorlardı. O'nun isteklerini emir telakki ediyorlardı.
Bu çağda da bu yer yer yaşanıyor. İslami çalışmalar içerisinde öyle öncü şahsiyetler var ki herkes onun hakkında şunu söylüyor: "Hayatı boyunca kimseye 'şunu yap' demedi ama yüzlerce kişiyi yönetti." Nasıl? Emretmeden. Hiçbir zaman "sen bunu yap" demedi ama herkes onun iki dudağının arasına baktı. Ağzını açsa oraya giderlerdi, başka bir şey dese oraya… "Emretmeden yönetenler bir toplumun gerçek liderleridir" sözünde olduğu gibi.
Çünkü bu şahsiyet, bu davetçi insanlara bu muhabbetle yaklaştı, onların kafasında bir fikir inşa etti. Ve bu fikrin saygınlığını korudu. Bunu da konuşarak değil, yaşayarak yaptı. Hülasa, biz insanlara bir şeyler söyleriz, insanlar da söylediklerimizi kendi hayatımızda görürse, onlarda bir sevgi oluşursa, o zaman bizim iki dudağımız arasından çıkan her şeye dikkat ederler. Bu, gerçekten bu meselenin en kritik noktalarından biridir: İnsanları böyle bir noktaya getirebilmek.
Menfaatsizlik
Ama bu, o insanları kendi çıkarlarımız için yönlendirmek anlamına gelmez. Yine yukarıda belirttiğimiz şahsiyetten örnek verecek olursak, onun hakkında hep şunu anlatırlar: "Kendisi isteseydi çok rahat bir hayat yaşardı. O kadar insan onun iki dudağından çıkan söze bakıyordu ki, 'şunu yap' dese, insanlar hiç gocunmadan, sorgulamadan sırtlarında taşırdı onu."
Ama bu şahsiyet hiçbir zaman kendisi için hiç kimseden hiçbir şey istemedi. Bu nedir? Bu, ayette geçen davetçi modelidir:
"Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tabi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir." (Yasin Suresi, 21)
Yani bu adam insanlardan hiçbir şey istemiyor. Para istemiyor, saygınlık istemiyor, sevgi istemiyor, bir menfaati yok, hiçbir beklentisi yok. Bu da insanların o davetçiye dair düşüncelerini çok olumlu etkiliyor.
Mesela bir kişi, davetçiye bakar ve şöyle söyler: "Ya bu adam din-diyanet anlatıyor, acaba ne beklentisi var?" Ama bir zaman sonra durumu fark edip der ki: "Bu adamla bir yıldır, iki yıldır beraberiz. Şimdiye kadar bu anlattıkları üzerinden benden bir şey istemedi. Bir statü inşa etmedi. Bu anlatıların üzerinden bana karşı bir şey kurmadı." Bu neyi sağlar? Davetçi ile insanlar arasındaki birçok duvarı yıkar. Artık insanlar davetçiyle arasında bir duvar olmadan konuşmaya başlar.
Bu çok zor bir şeydir ama imkansız değildir. Bugün karı-koca arasında, anne-baba arasında bile o duvarlar her geçen gün daha da güçleniyor. Oysa tanıdıklarla, çevreyle, aileyle aramızdaki bu duvarları yıkmak çok kıymetli. Bunun da en temel yollarından biri, hiçbir karşılık beklememektir.
İnsanlardan ne maddi karşılık beklemek ne de manevi bir karşılık. Hatta anlattıklarımıza tabi olmalarını bile beklemiyor olmamız gerekir. Şunu söylüyoruz: "Ben bunu anlatıyorum ama sizden benim takipçim olmanızı beklemiyorum. Benim çevremde toplanmanızı talep etmiyoruz. Lider, kral, emir, padişah olmak gibi bir beklentim yok."
Ne istiyorum? Sadece bu davete gelin ve bu davet için bir şeyler yapalım. İşte insanların saygısını kazanmada ve geleceğe yönelik bir etki oluşturmada en mühim şeylerden biri budur.
Allah'ın çağrısına lebbeyk diyenler
Burada bahsettiğimiz şekliyle davette asıl ve en büyük mesele şu değil: Bir adamın kötü alışkanlıklarını bırakması, beş vakit namaz kılması, oruç tutması vesaire, bunlardan ibaret değil. Tüm bunlar muhteşem şeyler olsa da bahsettiğimiz husus biraz daha farklı.
Bizim beklediğimiz, insanın eksikleriyle, hatalarıyla, sıkıntılarıyla birlikte Müslüman olması, ama Müslümanlığı gerçekten yaşaması ve yaşatmak için mücadele etmesidir.
Biz bir kişiyi kazandığımızda, mesele sadece onun bireysel ibadetlerini düzene sokmak değildir. Elbette her insanın bir kapasitesi vardır. Kimisi sıradan bir vatandaştır, Müslüman olur ve evinde yaşar. Ama bizim hedeflediğimiz asıl nokta başka. Asıl nokta İslam yolundaki öncü kadroları ortaya çıkarmak.
Misalen Halid bin Velid radıyallahu anh, ilk Müslüman olduğunda Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'e geliyor, Müslüman oluyor, kılıcını ona veriyor. Rasulullah onu tebrik ediyor, sonra kılıcını geri veriyor. Bu ne demek? "Sen kılıçlıydın, küfür için savaşıyordun. Şimdi Müslüman oldun. Oturmak yok. Al bu kılıcı, İslam için savaş."
Bu gerçekten çok önemli bir noktadır. Biz de Halid bin Velid'e kılıcını teslim edecek pozisyonda olmalıyız. Ömer radıyallahu anh'a insanları peşinden sürükleme, etkileme, yönetme potansiyelini İslam yolunda kullandırtacak bir duruşta olmalıyız. Kazandığımız insanları felç edip onların potansiyelini heba etmemeliyiz.
"Şimdi bu adama alan açarsam, zamanla benim yerime geçer." gibi hastalıklı bir zihniyetimiz olmamalı.
Eğer hak için geçiyorsa, başımızın üstüne çıksın!
Hani dedik ya, Allah bir nida ile tüm insanlığa sesleniyor. Biz de o çağrıyı bekliyoruz. O çağrıya lebbeyk diyoruz. İnsanları sadece namaza, oruca, zekâta çağırmıyoruz. Cihada da çağırıyoruz, fedakarlığa da, eziyete de, gerekirse ölüme de çağırıyoruz. Hepsine… "Allah'ım, sen benden bu zamanda, bu zeminde ne istiyorsun?" diyoruz. Diyoruz ki "Lebbeyk ya Rabbi, emret. Bu zaman bunu gerektiriyorsa ben senin için canımı veriyorum."
İşte mevzu budur.
Bizler İslam'ın egemenliği yolunda bir kadro inşa etmeye çalışırken, davet ettiğimiz insanları "lebbeyk" demeye çağırıyoruz. Yoksa mesele sadece "Müslüman ol, sonra yat uyu" değil. Diyoruz ki, Allah'ın davası bir gün nida edecek. Sen de "lebbeyk!" diyeceksin. Bu işin özü budur. Yeri geldiğinde, hayatının baharında, hiç beklemediğin bir anda, Allah'ın davası çok değer verdiğin şeyleri feda etmeni isteyebilir. Belki canını bile.
Bakın, Hanzala bin Ebu Amir radıyallahu anh. Evliliğinin daha ikinci gününde, boy abdestini dahi almasına fırsat olmadan cepheye, cihada koşuyor. Uhud Gazvesi'nde şehid oluyor. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, onun naaşını meleklerin yıkadığını haber veriyor.
Bakın Mus'ab bin Umeyr radıyallahu anh. Çok yakışıklı, çok varlıklıydı. Ailesi onu çok seviyordu. En güzel kıyafetleri o giyerdi, en leziz yemekleri o yerdi. Ailesi kendisine çok düşkündü. Böyle bir hayatı vardı. Ardından iman etti. Müslüman oldu. Ailesi kendisine karşı cephe aldı. Ve ardından hastalık, yokluk, fakirlik başladı. Öyle ki zayıfladı, vücudu hastalıktan dökülmeye başladı. Aç kaldı, rengi soldu.
Uhud Gazvesi'nde, taşıdığı İslam sancağı düşmesin diye uğraşırken iki eli kesildi ve ardından şehid edildi. Şehid edildiğinde kendisini tamamen örtecek bir parça bez dahi bulamadılar. Yüzünü örtünce ayakları açıkta kalıyor, ayaklarını örtünce yüzü açıkta kalıyordu. En son baş kısmını örttüler ve ayak kısmını otlarla kapattılar. Böyle defnettiler Mus'ab bin Umeyr'i. Peki ne gördü de bu kadar şeyi elinin tersiyle itti? Ne buldu bu davette?
İşte onu oraya götüren şey, Allah'ın çağrısıydı. O çağrıya "lebbeyk" dedi. Kadınları, malları, dünyalık nimetleri, ailesinin sevgisini bırakıp isimsiz bir mezara girmeyi göze aldı.
Bugün biz Mus'ab bin Umeyr'i unutmadık. Asıl önemlisi Allah azze ve celle unutmadı. Allah azze ve celle onun yaptıklarını tek tek yazdı ve eksiksiz olarak karşılığını verecek.
Hülasa biz insanları hep aynı yere çağırıyoruz: Allah yolunda mücadeleye, Allah yolunda cihada, Allah'ın dinini egemen kılmaya... İslam'ın özü, Müslümanlığın temeli, başı ve sonu budur: Allah'ın dinine iman etmek ve bu dini hâkim kılmak için mücadele etmek. Bu yolda kadrolar yetiştirmek. Mevzunun özü, temeli, başlangıcı budur. Bu kadroları da ancak sağlam bir ilke, sağlam bir inanç, sağlam bir itikatla yetiştirebiliriz.
Bu yüzden insanları en temelde, İslam'ın itikadi temeline çağırmalıyız. Nedir bu? Tevhiddir. Egemenliğin Allah'a ait olmasıdır. Dünyanın Allah'ın kanunlarıyla yönetilmesidir. Biz insanları bu temele çağırıyoruz. Mevzunun özü ve temeli işte budur.
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir