Mahmut Cemil İnce

Mahmut Cemil İnce

İslami Çalışma Dersleri 2: İslami mücadeleye dair bazı kavramlar

İslami Çalışma Dersleri 2: İslami mücadeleye dair bazı kavramlar

İslami mücadele meselesine giriş yaptığımız, veya bunu düşündüğümüz zaman, ilk olarak şu hususla karşı karşıya kalıyoruz: Biz hepimiz belirli bir çağın, belirli bir zaman ve belirli bir mekanın ürünüyüz.

Yani buradan kasıt, tabii ki kesin determinist bir durum değil. Daha çok şundan bahsediyoruz: İçerisinde bulunduğumuz zamanın bir yaşantı tarzı bulunuyor. Yani bu zaman-çağ, doğduğumuz andan bugüne, gerek devletleri, gerek şirketleri, gerek medyası, gerek diğer müesseseleriyle bize belirli bir anlayış dayattı veya öğretti. Bizler genel olarak bu anlayışla hayata bakmaya alıştık. Her şeyi bu şekilde, çarpık bir biçimde görmeyi adet haline getirdik.

Bu yüzden İslami mücadele ve İslami egemenlik dediğimiz zaman, ilk olarak şunu kafamızda canlandırmamız gerekiyor: Bu mücadeleyle ve bu mücadeleyi anlamaya çalışarak bizler yeni bir dünyaya giriyoruz. Bu içerisine gireceğimiz dünya, şu an içinde bulunduğumuz dünyadan başka dinamiklere, temellere ve ön kabullere sahip. Bozulmamış, fıtrata uygun, sahih temellere sahip. Bu sebeple, o dünyada karşılaşılan şeylerin, bu dünyanın insanlarına aykırı gelmesi oldukça doğal.

Örneğin, zihniyeti mevcut dünyaya entegre olmuş kişilerden, bir yerde İslam şeriatındaki celde cezası uygulandığında, "Orta Çağ", "barbarlık" gibi suçlamalar duyuyoruz. Ancak aynı kişiler, herhangi birine uzun hapis cezaları verildiği zaman, bunu tuhaf karşılamıyor, buna itiraz etmiyor, bu kendisine mantıklı geliyor.

Halbuki durup düşündüğümüz zaman, bir insanı basit bir suç sebebiyle beş sene, on sene veya daha uzun bir müddet boyunca hürriyetinden yoksun bırakmak, onu dövmekten çok daha ağır bir ceza. Ama burada insanlar öyle bir zaman ve mekan içerisinde yetişmiş ve bu zaman ile mekanın değerlerini öylesine benimsemiş durumda ki, iki cezayı kıyas edip, hapis cezasını daha müsbet görmek gibi bir pozisyon içerisine giriyorlar.

Bu maalesef dünyanın çoğunda şu anda böyle. Zaten, İslami mücadele yolunda problemlerle karşılaşmamızın temel sebebi genel olarak bu. İnsanlar her zaman, mevcut zamanın ruhunu benimseyip onu, bu beşer ürünü olan şeyi kendine rehber ediniyor. Bu, kendini Müslüman olarak niteleyen, ibadetlerini yerine getiren, hatta şeriatı savunan insanlarda dahi gördüğümüz bir hastalık. Meselelerde kıyas yaptıran bir araç olarak, içerisinde bulunduğu zamanın ruhunu esas kabul etme hastalığı.

Bu sebeple, bizler İslami mücadele içerisine girmeye gönüllü olduğumuz zaman, ilk karşımıza çıkan ve ilk değerlendirmeye almamız gereken şey budur. Bizler öyle bir dünyaya giriş yapıyoruz ki, bu içerisine gireceğimiz dünya, bu egemen kılmak istediğimiz anlayış, dünyada birkaç asırdır süregelen çarpık zihniyetle tezat teşkil edecektir. Bu tezat ortaya çıktığı zaman bilmek gerekir ki yanlış olan bizlerin anlayışı değildir, İslam'ın, Kur'an'ın, hadislerin anlayışı değildir. Yanlış olan, bu beşeri zihniyetin dünyada hakim kıldığı anlayıştır. Evvela bunun farkında olmak gerekiyor.

Yeni bir anlayış

Yeni bir dünyaya, yeni bir anlayışa giriş yapıyoruz. Bu sadece İslami açıdan böyle değil. Aslında diğer fikri paradigmalarda da bu böyle. Şu an dünyada daha liberal-kapitalist, seküler, "demokratik" bir dünyevi algı oturmuş olduğu için, insanlara başka fikirlerin önermeleri tezat, abartı ve saçma gelebiliyor. Oysa ki ikisini kıyasladığımız zaman, İslam'ın elbette daha uygulanabilir olduğunu, insanın fıtratına uyduğunu görüyoruz.

İslami mücadele, Allah'ın insanı yaratılış gayesi üzerinden dünyaya bakmak, dünyayı bu gaye ekseninde yaşamaya ve yaşatmaya çalışmaktır. Aslında meselenin özü de budur.

Elbette söylemek gerekir ki İslam tabii ki en nihayetinde şahsi olarak özümsenecek ve yaşanacak bir şeydir. Yani bizler Allah'a imanı hiç kimseye sistematik, mekanik bir kalıp halinde yerleştirip, bu kişiyi samimi bir imana dışarıdan müdahaleler ile sevk edemeyiz. Bu, kul ile Allah arasında olan bir şeydir.

Burada İslami mücadele ve İslami egemenlik dediğimiz zaman, maksadımız kul ile Allah arasındaki engellerin, insanı Allah'tan uzaklaştıran ve batıla yakınlaştıran şeylerin ortadan kaldırılmasıdır. Yeryüzünde, tamamen Allah'ın emrettiği şekilde bir otorite kurulmasıdır. Elbette yapacağımız tanımlarla bu biraz daha netlik kazanacak.

İslami mücadele dediğimizde, bunun hem şahsi hem toplumsal bazı süreçleri var. Bu süreçler de, kulun kendi içerisindeki hesaplaşmalardan, sorgulamalardan başlayıp daha sonra yakın çevresine, ailesine, arkadaşlarına, bulunduğu mahalleye, ortama, şehre ve en sonunda dünyaya yayılacak kadar bir silsile halinde devam ediyor.

Bunu anlamak için Siyer-i Nebi'yi yakından okumak gerekiyor. Rasulallah aleyhisselatu vesselam ilk olarak vahye muhatap oluyor. Daha sonra kendisine bu vahyi anlatmak emredildiğinde yakın çevresinden başlıyor. Bu vahyin mesajı gittikçe yayılıyor ve bir süre sonra bakıyoruz ki bu vahyin mesajı cihanşümul bir hale gelmiş.

İslami mücadelenin gayesi

Giriş mahiyetinde tanımları yaparken biraz bu gayeden de bahsetmek gerekiyor. Söylediğimiz gibi bu noktada hep ikili bir gidişat var:

- Genel bir çerçeve olarak uhrevi gaye

- Ve de bunun içerisinde dünyevi bir gaye

Yani Allah azze ve celle, en nihayetinde insanı kendisine kul olması için yaratıyor. Bu sebeple bir kulun gayesi de bu doğrultuda Allah'a hakkıyla kul olabilmek ve Allah'ın kendisinden razı olduğu bir biçimde can vermek. Tabi tüm bu yaşam serüveni içerisinde Allah'ın insana, kulluk kapsamında yüklediği sorumluluklar var. Bunlar genel itibariyle ferdi sorumluluklar ve toplumsal sorumluluklar.

İslami mücadele dediğimiz mesele bu toplumsal sorumluluklar arasında yer alıyor. Allah azze ve celle tarafından gönderilen birçok hükümde, gerek ayet olsun gerek hadis olsun, kulun İslam'ı yeryüzüne hakim kılmakla ve yeryüzünde adaleti sağlamakla görevli olduğundan bahsediliyor. Bu görev hakikaten yabana atılacak bir şey değil.

Burada maalesef günümüz Müslümanlarının da en büyük eksikliklerinden ve problemlerinden biri, İslam'ı sanki diğer inanış sistemleri gibi yalnızca ruhani bir terbiyeden ibaret bir hale indirgemeleri. Bu da maalesef günümüzde Müslümanların zaman içerisinde sistemli organizasyonlardan ve insan yaşamından kopup, daha güçlü tarafların sömürgesi haline gelmesi gibi bir sonuca yol açmış. Müslümanları, dünyanın bir çok yerinde şu an böyle bir sıkıntı içerisinde görüyoruz.

Teşkilatlı bir azınlık, teşkilatsız bir çoğunluğu peşine takıp sürükleme kabiliyetine sahiptir. Ve maalesef Müslümanlar dinlerini kamil manada anlayamadıkları için maalesef bu haldeler.

Sevban radiyallahu anh'tan rivayetle, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyumuştur:

"'Yakında diğer milletler, yemek yiyenlerin çanak üzerine toplandığı gibi, sizin üzerinize toplanacaktır!'

Adamın biri, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'e:

–'O gün biz az mı olacağız?' dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle söyledi:

– 'Bilakis, o gün siz çok olacaksınız! Lakin sizler selin sürüklediği çöp gibi olacaksınız! Allah, düşmanlarınızın göğüslerinden size karşı olan korkuyu kaldıracak ve sizin kalplerinize vehn atacaktır!'

Adam, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'e:

– 'Ey Allah’ın Rasulü! Vehn nedir?' dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

– 'Dünyayı sevmek ve ölümü sevmemektir'" (Ebu Davud 4297, Ahmed bin Hanbel Müsned 5/278, Ebu Nuaym Hilye 1/182, Albânî Silsiletu’l-Ehadîsi’s-Sahiha 958)

Burada günümüz Müslümanlarının esasen manevi açıdan yaşadıkları en büyük problem de budur, tıpkı Allah Rasulü'nün 14 asır önceden bildirdiği gibi. Bu durumu aşabilmek için, evvela Müslümanların kendi gönüllerini kendi içlerinde terbiye edebilmeleri gerekiyor. Yani kendilerine ahireti unutturacak biçimde dünyayı sevdiren şeylerden uzaklaşıp, kendilerini ölümden korkutan şeylerden de kurtulmaları gerekiyor.

Tabii ki burada nihilist bir yaklaşımı benimsemekten değil, daha yapıcı bir süreçten söz ediyoruz. Bir insan neden ölümden korkar? İnsanı bireysel ve toplumsal açıdan ölümden korkutan şeylerin farkına varmaktan söz ediyoruz. Bunların farkına varıp, bir Müslüman olarak vehn halinden kurtulmak üzere kendini bu yönde terbiye etmekten bahsediyoruz.

Müesses nizam

Bir diğer kavram, müesses nizam kavramı. "Kurulu düzen" anlamına geliyor. Aslında İslami mücadele dediğimiz zaman, Müslümanlık dediğimiz zaman üzerinde en çok düşünmemiz gerekenlerden biri de bu kavram.

Siyer okuduğumuzda da, şu an dünyaya baktığımızda da bu kurulu düzenin insanlar ve toplumlar üzerindeki fiili etkisini görüyoruz.

Mesela Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, çevresindeki insanları hep iyiliğe, güzelliğe çağırdı. Daha iyi hale gelmeye davet etti fakat bu insanların çoğusu daha iyiye, daha güzele kendi iradeleriyle yönelmediler. Bizler şu anda Allah'ın ikramıyla İslam üzere olduğumuz için, o dönemin kafirlerinin bu inadı bizlere tuhaf geliyor. Ancak üzerine biraz tefekkür ettiğimiz zaman şunun farkında varıyoruz. O insanların inadı ve karşıtlığı, tam olarak Rasulullah'ın davetinin mahiyetine değildi. O insanlar, Mekke'de müşriklerin içerisinde bulunduğu sistemin çok iyi veya çok ahlaki olduğunu da düşünmüyorlardı. Kitlesel olarak tek arzuları, yönelimleri, kurulu olan düzenin, müesses nizamın bozulmamasıydı. Kurulu düzenin sınırları dışına çıkmaktan korkuyorlardı.

İnsan, genel olarak eğer rahmani bir akla değil, kendi nefsinin isteklerine tabi olan bir kişiliğe sahipse, genel olarak her zaman statükodan taraf oluyor. Mevcut hali korumaya çalışıyor. Bu yüzden Allah'ın kendilerine rahmet ettikleri ve hidayet ettikleri müstesna, insanların geneli statükodan yana olmaya meylediyor.

"Onlara 'Allah’ın indirdiğine uyun' denildiği zaman onlar 'Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.' dediler. Peki, ataları bir şeyi düşünemeyen ve doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?" (Bakara Suresi, 170'inci ayet)

Maalesef bu gibi insanlar bir sorgulama içerisine girmek, hayatını değiştirecek bir yönelim içerisinde yer almak istemiyor. İnsanların ekseriyeti, bu sorgulamanın sonucunda meydana gelebilecek "sıkıntılı" olayları, yani dünyevi zorlukları yaşamak istemiyor. Halbuki bunu göze alsa, belki kısa bir dönem sıkıntı çekip, dünyevi ve uhrevi açıdan uzun bir dönem daha rahat içerisinde yaşayabilecek. Maalesef hepimiz, bizlere kısa süreli hazlar verecek haramlara meyilli iken, sonsuz ahiret hayatı hakkında bu kadar iştahlı davranmıyoruz.

Kitlelerin statükoya bağlanma durumu da genelde böyle. Bu yüzden, Müslümanların İslami mücadele yolunda en büyük rakibinin, en büyük düşmanının bu müesses nizam ve statüko olduğunu söylemek gerekiyor. Sadece siyasi açıdan değil, fikri ve ideolojik ve dini açıdan da, kültürel açıdan da böyle. Dünyanın genelindeki Müslümanlar her şeyden önce insanlığın mevcut statükoya bağlılığı ile mücadele ediyor. İnsanların statükoya bağlılığını sorgulatacak ve insanları statükoya bağlanmaktan uzaklaştırabilecek işler yapmak bu yüzden çok gerekli. Bizlerin aslında en büyük düşmanı, dahili ve harici güçlerden ziyade, insanların temel güdülerle statükoya bağlanması.

Şeriat

Bir diğer kavram şeriat. Şeriata genel olarak Allah'ın hükümlerinin bütünü diyebiliriz. Kuran, Sünnet, icma, kıyas gibi tüm kavramlarla şeriat esasen bir hukuk ve bir hayat düzeni.

Şeriat, özellikle şeriat aleyhtarı bazı insanların anladığı gibi, ortaya Kuran'ı koyarak sadece Kuran'ın metni üzerinden insanları yönetmek gibi bir şey değil. Kur'an'ın yorumlanması için bir Sünnet gerekiyor, Sünnet'teki ve Kur'an'daki hükümlerin ortaya konulması için bir fıkıh gerekiyor. Şeriat aslında, insanın hayatına egemen olan esas şeylerin kaynağının Allah'tan gelen kanunlar, Allah'tan gelen hükümler olması. Yani insanın hayatında, yaptıklarında, yaşamında, devlet yönetiminde, aklımıza gelebilecek bütün faaliyetlerde, temelin Allah'ın hükümlerinin olduğu bir sistem bütünü Şeriat.

Bu konunu daha iyi anlaşılması için diğer ideolojilerden de örnekler verilebilir. Örneğin "Hümanizm" düşüncesi. Bu düşünce sisteminde her şeyin temelinde insan var. Bu temel üzerinde din dahi reddediliyor. Yeri geldiği zaman aile gibi temel şeyler bile reddediliyor.

Bu noktada şeriatın da özü Allah'ın hükümleri. Şeriat demek, insanın Allah'a kulluğunu İslam dini üzerinden esas alan ve hayatın tamamını bunlara göre tanzim etmeyi öngören bir fikir bütünü demek. Bu paralelde, İslami egemenlik de bu tanımını yaptığımız şeriatın insanın şahsi hayatına, şahıslar arası ilişkilere, toplumla şahıs arasındaki ilişkilere, toplumla devlet arasındaki ilişkilere, şahısla devlet arasındaki ilişkilere vesaire bütün ilişkilere uygulanması için çalışmak demek.

Allah yolunda cihad

Bir diğer kavram Allah yolunda cihad. Bu kavram aslında hem cihadı benimseyen hem de cihadı reddeden kesimlerce çok fazla istismar edilen bir kavram maalesef.

Söylemek gerekirse, dört mezhep fıkhına göre Allah yolunda cihad, Allah yolunda fiilen savaşmak ve savaşa dair gereken şeyler için mücadele etmek anlamına geliyor. Bu fiili savaş, fiilen muharebe ve savaşı destekleyen diğer meselelerden ibaret. Örneğin savaştaki askerlerin muharebe koşulların geliştirilmesi için araştırma faaliyetleri yapmak. Allah rızası için yapılırsa bu da cihad sayılıyor ama mesela dini sohbetler vesaire, doğrudan savaşa dönük olmadığı için cihad kapsamına girmiyor. Cihad olması için muharebeye ve muharebe hazırlığına doğrudan bir dahli olması lazım.

Elbette bu, bu tarz sohbetlerin yahut diğer İslami faaliyetlerin boş, beyhude bir şey olduğu veya hayırlı bir amel olmadığı anlamına gelmiyor. Allah yoluna yapılan her bir amelin ayrı bir sevabı var. Ancak cihadın doğrudan fiili muharebeye ve Allah yolunda egemenliğe dönük olması gerekiyor. Elbette bir yolu ve yöntemi var. Cihad için köklü bir İslami yapılanma ve bu İslami yapılanmanın da gerçek ve müsbet bir stratejisi olması gerekiyor.

Savaş hakikaten ayrı bir sanat ve mesele. Savaşın gayesinin gerçekten sadece Allah rızası ve Allah'ın dininin egemen olması, Allah düşmanlarının gücünün kırılması için yapılması gerekiyor. Mesela sadece intikam almak için savaş yapılmamalı, insanın nefsini tatmin etmek için savaş yapılmamalı, sadece kahramanlık için savaş yapılmamalı, kızgınlığın bir eseri olarak savaş yapılmamalı. Savaş, insanın normal yollarla çözemediği mevzuları çözmek için yapılmalı. Bu konuda Cemil Meriç'in bir sözü var:

"Savaş bir irşad. Savaş, ışıkla karanlığın diyaloğu. Düşman, gözü bağlı olandır. Savaşın amacı, bu bağları çözmek; kinin, öfkenin, peşin hükmün, küçümseyişin bağlarını, güvensizliğin, inadın bağlarını."

Hakikaten de İslami cihad kavramı böyle bir kavram. Toplumun belki de yüzde 5'i olan bir yönetici kitlesi, toplumun geri kalan yüzde 95'ini kendi ideolojik, siyasi ve dini ekseninde tutuyor. Bunu dolaylı ve doğrudan iktidar vasıtalarıyla yapıyor. Müslümanlar, bu yönetici kitlesi sebebiyle, yüzde 95'lik kesime İslam'ı hakkıyla tebliğ edemiyor. Bu kesimleri küfrün karanlığından çıkarmanın barışçıl bir yolu kalmıyor. Bu sebeple Müslümanlar, müesses nizam dediğimiz mevcut otoriteyi ortadan kaldırıp bu bölgeye İslam'ı güçle hakim kılmak zorunda kalıyor.

Örneğin İslam tarihinde bunun Rasulullah ve sahabe dönemindeki bariz örnekleri Mekke'nin fethi, Suriye, Mısır, İran, Anadolu, Maveraünnehir gibi bölgelerin fethi vesaire. Bunların hepsi buradaki mevcut tağuti otoriteleri, batıl otoriteleri, beşeri otoriteleri ortadan kaldırıp, bu bölgelerde Allah'ın dininin egemen olmasını sağlıyor. Allah'ın şeriatının hükümferma olmasını ve insanın uğruna yaratıldığı kulluk gayesini hakkıyla yerine getirebilmesini, batıla kulluktan kurtulmasını sağlıyor. İslam'ın aksine, beşeri rejimleri kurup onları yönetenler, devamını sağlayanlar, insanın insana kulluğunu, sisteme kulluğunu öngörüyor. Onlara göre insan sistem için var, ideoloji için var, birilerinin değirmenine su taşımak için var. Bizim inancımıza göre insan yalnızca Allah için var. Bu sebeple dünyevi zincirlere bağlı değil ve özgür. İslam'ın amacı dünyanın zincirlerini kırmak, onları özgür kılmak. Tıpkı Ribi bin Amir et Temimi radiyallahu anh'ın İran komutanı Rüstem'e savaş öncesinde söylediği gibi:

"Allahu Teala dilediği kimseleri kula kulluktan kendisine kulluğa, dünya sıkıntılarından ve batıl dinlerin zulmünden kurtarıp İslam'ın adaletine ulaştırmak için bize bir peygamber gönderdi. Kim bu dini kabul ederse bizden olur, biz de döner gideriz. Kim de kabul etmezse, Allah’ın vadettiğine kavuşuncaya kadar onunla savaşırız."

Hiçbir sahih İslami yönetimde insan devlet için var değil. İnsan yalnızca ve yalnızca Allah'a kulluk için var ve insanın Allah'a kulluğunu engel olan her şey İslam gereğince ortadan kaldırılıyor. İşte Allah yolunda cihad bunu sağlayan mekanizma.

Şer'i siyaset

Bir diğer mesele şer'i siyaset.

Siyaset hepimizin bildiği üzere insanları, toplumları, devletleri yönetmenin genel adı. Şer'i siyaset ise, siyasetin şeriat dahilinde yapılması.

Şer'i siyaset denildiğinde önümüze iki ayrı nokta çıkıyor. Bunların ilki şeriatı anlamak. İslam'ı, Kuran'ı, sünneti, İslam fıkhındaki haramları ve helalleri iyi bilmek. Ve bunları hem şahsi hayata hem toplumsal hayata uygulayabilmek. Bunu yapabilecek bir kapasiteye sahip olmak.

İkinci nokta siyaseti bilmek. Yani insan yönetmeyi, insanlarla ilişki kurmayı, toplumlarla ilişki kurmayı bilmek. Bu iki nokta var olduğu zaman, bunların ikisi eş güdümlü yürütülebildiği zaman, İslami egemenliği kurma ve İslami egemenliği hayatta tutarak yayma mevzusunda Müslümanlar avantajlı bir yer elde edebiliyor. Cihad ile yıkılan batıl otoritelerin yerine sahabenin Suriye'de, Mısır'da ve diğer bölgelerde kurduğu yönetimler, insanları Allah'ın dinine göre yönetmesi bu meselenin net bir örneği.

Tebliğ ve davet

Diğer bir kavram tebliğ ve davet.

Tebliği aslında İslam'ın mesajının insanlara iletilmesi olarak özetleyebiliriz. İnsanlara İslam dininin varlığını, neyi öngördüğünü, dünyevi ve uhrevi yönlerini anlatmak. İslam fıkhını, edebini, terbiyesini, Rasulullah'ın hayatını ve diğer İslami meseleleri öğretmek.

Davet ise daha çok İslami egemenlik ve İslami mücadele ile alakalı bir mesele. Yani insanları İslam'ın belirli bir mücadele yoluna çağırmak. Biz Müslümanlar, bu noktada iki temel şeyden sorumluyuz. İlk olarak İslami bir hayat yaşamayanlara İslam'ı tebliğ etmek ve onların İslamca yaşamasını sağlamak. İkinci olarak ise diğer Müslümanları belirli bir mücadele yoluna davet etmek. Onlara İslam'ı egemen kılma yolunu, yöntemini ve bu yoldaki programımızı izah etmek. Tabi burada en esaslı meselelerden biri, davet ve tebliğ yapılırken insanı neye çağırdığımız. Biz kimseyi bir şahsa, bir gruba, bir cemaate, bir yapıya çağırmıyoruz. Sadece ve sadece İslam'ı yaşamaya, İslami egemenliği başarabilecek, dünyevi ve uhrevi açıdan buna muktedir, yolu ve yöntemi sağlam bir anlayışa, bir programa çağırıyoruz. Bu noktada da kimseyi belirli bir çatı altına taassupla davet etmiyoruz, burada sadece bir yöntem izah ediliyor. Bu yöntem ve paradigma üzerinden her Müslümanın kendi usul ve üslubunca bir mücadele ortaya koyması kast ediliyor.

Merhum Seyyid Kutub şöyle söylüyor:

"Irkçılığa değil, taassuba değil, toprağa değil, bayrağa değil, menfaate değil, ganimete değil, Allah'a davet et."

Cemaat

Son kavram ise cemaat kavramı. Cemaat, en klasik anlamıyla Müslümanların bir olması, bir arada olması anlamına geliyor. Bunun İslami mücadele açısından pratik anlamı da, Müslümanların İslami egemenliği tesis etmek için adeta devlet mantığında, bir sistem mantığında bir araya gelmesi. Ancak burada İslami çalışmalarda Müslüman topluluğunu katı sınırları olan, dışarıya kapalı, aşırı ketum, insanları iten ve şüphe çeken bir anlayışa büründürmemek şart. Burada en temel ve mühim şey, İslami mücadeledeki işleri ve görevleri yerine getiren bir kadro hareketi oluşturmak. Tamamen illegal hareket etmeye saplantılı, halktan kopuk, insandan kopuk, manevi yönü eksik, sorunlu bir yapı ortaya çıkarmaktan sakınmak.

Bizim düşüncemiz, İslam düşünce ve İslami egemenlik anlayışının bütün insanlara ve topluma açık olması, hayatın içerisinde, hayat neredeyse orada olması. Fabrikalarda, atölyelerde, dükkanlarda, sokaklarda, okullarda, üniversitelerde, insan nerede ise orada olması. Bu noktada bir İslami cemaati birbirine bağlayan en temel şey, birbirlerine duydukları İslami muhabbet, Allah yolunda beraber çalışma arzusu ve birlik hale gelen bir Allah inancı ve sevgisi. Bu düşüncedeki insanlar arasında bir yönetici, yönlendirici kadro ve onların doğal etki alanında olan sıradan insanlar, İslami bir cemaati oluşturuyor.

Bu noktada, Müslümanlar içerisinde bir itaat durumu olması da gerekiyor. Ancak şunu iyi anlamak gerekiyor ki bunun sebebi, insanların birbirine hükmetmesi değil, sadece İslami mücadelede işlerin yürümesi ve toplumun İslami bir şekilde yönlendirilebilmesinin sağlanması. Ancak şekiller, semboller, sloganlar, süslü koltuk ve makam odaları bizlerin şiarı olamaz. Tüm bunları iyice akla yerleştirmek şart.


Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı toplam 2379 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
3 Yorum
Mahmut Cemil İnce Arşivi