Mahmut Cemil İnce

Mahmut Cemil İnce

İslami Çalışma Dersleri 3: Mücadeleyi zorunlu kılan İslami temeller

İslami Çalışma Dersleri 3: Mücadeleyi zorunlu kılan İslami temeller

"Neden İslami mücadele?" sorusunu sorduğumuzda, yani "İslami mücadeleyi vermek neden gerekiyor?" dediğimiz zaman, bunun tabii ki birçok yanıtı ortaya çıkıyor.

İnsanın hayatı tek boyutlu değildir. Gerek ferdi gerek toplumsal açıdan bir çok yönü vardır. Bu sebeple İslami mücadelenin neden gerektiğini izah ederken de bir çok yön ortaya çıkmış oluyor.

"Neden İslami mücadele?" denildiğinde bunun evvela belli başlı İslami nedenleri var. İslami nedenlerin arasında ferdi nedenler, toplumsal nedenler, fıkhi nedenler, akidevi nedenler gibi birçok neden yer alıyor. Aynı şekilde bunun haricinde sosyal, siyasi, ahlaki, iktisadi birçok neden bulunuyor.

"İslami bir egemenliğin varlığı neden zorunlu ve dünyada bu İslami egemenliği tesis etmek için neden mücadele etmek gerekiyor?" sorusunun cevabı olacak şekilde bir çok izahat mevcut.

Esasen "İslami egemenlik" dediğimiz zaman mevcut beşeri sistemlerin sebep olduğu zulmün karşısında duran, Rabbani temele sahip bir adalet mücadelesi görüyoruz ve bu adalete olan ihtiyaçtan dolayı aslında İslami egemenliğin temel olarak gerekli olduğuna vurgu yapıyoruz. Dünyevi açıdan İslami egemenliğin kurulmasına gerek var çünkü adalet mevcut değil ve yeryüzünde adalet ancak Allah'ın hükümleri ile tesis edilebilir. Bu konuda örnekler çoğaltılabilir, bu kısma daha sonra geleceğiz.

Temel yaklaşım

İlk olarak mevzuyu İslami açıdan ele alacağız. Esasen bu işin temeli, insanın varlık gayesine dayanıyor. Şu an dünyanın içerisinde kaldığı en büyük krizlerden biri bu, insanın "ben neden varım?" sorusu. "Modern" dünyadaki batıl güçler de insanın bu sorudan ve cevabından uzaklaşması için elinden geleni yapıyor. Zira insan, varlık sebebini ilahi değil beşeri bir düzlemde aradığında, hazların ve dolayısıyla sömürünün elinde bir oyuncak haline geliyor.

Bu soru, insanın hayatı sorgulama sürecinde karşı karşıya kaldığı en temel soru.

Allah azze ve celle şöyle buyuruyor:

"Ben cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat Suresi, 56'ncı ayet)

O zaman biz burada şöyle bir denklem görmüş oluyoruz. İnsanın varlık sebebi eşittir Allah'a kulluk etmek. Bu noktada, kulluğun var edilmesindeki hikmetleri çeşitli ilmi eserlerde okumak mümkün.

Allah azze ve celle bu kulluğun nasıl olacağını Kur'an-ı Kerim'de ve Rasulullah'ın sünneti vasıtasıyla bizlere açıklıyor. İbadetler, helal ve haramlar, yaşam tarzı gibi şeyler bu şekilde belirleniyor. Ama maalesef içerisinde yaşadığımız bu şehirlerde, bu dünya ortamında, hayatın asıl gayesini tam olarak idrak edemiyoruz. Hayatımıza da beşeri sistemin koyduğu amaçlar şekil veriyor. Okul bitirmek, askere gitmek, evlenmek, mal-mülk edinmek, hazlar peşinde koşmak gibi işler bizlerin hayatının ana gayesi haline geliyor ve getiriliyor. Hayatımıza dünyevi kaygılar egemen olmuş durumda. Maalesef insanların ekseriyeti asıl varlık sebebini, yani Allah'a kulluk etmeyi ıskalıyor.

Bizim evvela durup şunu düşünmemiz gerekiyor. Evet, bu tarz dünyevi amaçların bazıları önemli meseleler ve hayatımıza devam etmek için bunları da gündem edinmemiz gerekiyor. Ancak sorun şu: Bizler bunları hayatın gayesi haline getiriyor, hayatın merkezine oturtuyor ve maalesef ki Allah'a kulluk vazifemizi kamil anlamda yapamayacak bir duruma geliyoruz. Halbuki bizim hayattaki tüm gayelerimizin Allah'a kulluk etme gayesine bağlanıyor olması gerekiyor.

Bu yüzden her zaman aklımızda şu olmalı: Bizler bir hayat yaşıyoruz, geçinmek için bir şeyler yapıyoruz, meslek olarak bir şeyler yapıyoruz. Veyahut bir konumda, bir pozisyonda bulunuyoruz.

Misalen, Allah bizi Türkiye'nin bir ilinin bir ilçesine bağlı bir mahallede herhangi birisi olarak yaratmış. Ben bu konumda olmamın gerekleri ile tabii ki muhatabım. Okula gidiyorum, geçimimi sağlamaya çalışıyorum, şunu yapıyorum, bunu yapıyorum. Ama tüm bunlar ikincil şeyler ve asıl mevzu Allah'a kulluk ediyor olmak. Bizim, yaptığımız her işte ilk gayemizin Allah'a kulluk olduğunu unutmamamız gerekiyor. Bu yüzden her zaman, okula giderken, işe giderken, çalışırken, evlenirken, çocuklarımızı büyütürken, fabrikada çalışırken, tarlada tarım yaparken, ticaret yaparken vesaire, her zaman gayemizin Allah'a kulluk olduğunu baş ucumuza yerleştiriyoruz.

Allah'a kulluğun gerekleri

Allah'a kulluğun getirdiği şeyler tabii ki temel olarak namaz, oruç, zekat gibi ibadetler. Bunun yanı sıra Allah'ın insanı yeryüzünde halife olarak yaratması mevzusu da var.

Allah azze ve celle'nin, insanı yeryüzünde bir halife kılması durumu: Yani insan Allah tarafından yeryüzündeki dünyevi meselelerin, sosyal-siyasi meselelerin, ahlaki meselelerin gidişatından sorumlu tutuluyor. Bu yüzden, kulluktan doğan bir vazife olarak Allah azze ve celle insana dünyada belirli bir sorumluluk yüklüyor. Ve bu sorumluluk aynı zamanda bir imtihan. İnsan tıpkı namaz kılmak zorunda olduğu gibi, oruç tutmak zorunda olduğu gibi, yeryüzünde bir halifelik görevini de yerine getirmek zorunda. Yeryüzünde Rabbani adaleti tesis etme, yeryüzünde İslam'ı hakim kılma, kula kulluğu yok etme ve sadece Allah'a kulluğu sağlama gibi bir vazifesi de var. Elbette bu vazifeyi yerine getirmeye çalışmak yahut çalışmamak kendi elinde. Tıpkı diğer ibadetlerde olduğu gibi. İnsan eğer bu sorumluluğunu yerine getirmeye çalışmazsa karşılığını dünyada da ahirette de görecektir. Dünyada düzen bozulacak, ahirette de azap görecektir.

Tevhid meseleleri

Bu konudan doğan bir diğer mesele de tevhid. Biraz detayına inecek olursak rububiyet ve uluhiyet meselesi.

Rububiyet Rab kelimesinden geliyor, uluhiyet ilah kelimesinden geliyor. Rububiyet tevhidi, Allah'ı, Allah'ın kendisine ait olan fiillerde birlemek. Allah yaratandır, Allah rızık verendir, Allah güneşi-ayı yörüngelerinde döndürendir, ağaçları yeşertendir gibi. Esasen müşrikler ile Müslümanlar arasındaki asıl problem ve fark rububiyet tevhidi konusunda değil. Allah azze ve celle şöyle buyuruyor:

"Şayet o kafirlere, 'gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı yasalarına boyun eğdiren kimdir?' diye soracak olsan, hiç tereddütsüz 'Allah'tır' derler. O halde haktan nasıl yüz çevirirler?" (Ankebut Suresi, 61'inci ayet)

Yani müşrikler de rububiyet konusunda, Allah'ın yaratma, rızık verme vesaire özelliklerine sahip olduğu konusunda bizimle hemfikirler. Müşriklerle bizim farkımız ise uluhiyet konusunda, yani Allah'ın ilahlığı konusunda. Biz Müslümanlar, Allah'ın insanlara dair, beşeriyete dair fiillerde de tek ilah olduğuna inanıyoruz. Yani insanlar arasında hüküm koyucu, kendisine itaat edilen, sözü dinlenen, sınırları koyan, emirlere ve yasaklara hükmeden, insanlara bir kimlik bahşeden, insanların hayatının her noktasını belirleyen bir Allah olduğuna iman ediyoruz. Bu konudaki hükmü bir başkasına, sahte ilahlara, tağutlara vermiyoruz.

Müşriklerin zihniyeti

Burada Şuayb aleyhisselam ile kavminin kıssası güzel bir örnek. Şuayb aleyhisselam, kavmine dünyevi bir meselede bir hükümden bahsettiğinde, kavmi ona nasıl karşılık verdi? Kavmi "bunu sana namazın mı emrediyor?" dedi. Yani dediler ki, sen manevi olarak bir ibadet yapıyorsun, rububiyet konusunda tevhidin gereğini yapıyorsun, tamam. Fakat uluhiyet tevhidine gelince, yani ibadetin maddi yönü ortaya çıkınca, yani inandığın ilah dünyaya müdahil olmaya başlayınca, biz onu kabul etmiyoruz dediler.

"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi maddi bakımdan iyi bir durumda görüyorum, ama doğrusu hakkınızda kuşatıcı bir azap gününden de korkuyorum. Ey kavmim! Ölçüyü, tartıyı adaletle tam yapın, insanların mallarının değerini düşürmeyin, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Eğer müminseniz Allah'ın bıraktığı (meşrû) kazanç sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinize bir bekçi değilim.'

Kavmi ise, 'Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı şeylerden yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen uyumlu ve akıllı birisin!' dediler." (Hud Suresi 84-87)

Tıpkı Batılı aydınlanma filozoflarının "biz Tanrı'yı gökyüzüne hapsettik" zihniyetinde olması gibi. Bu aydınlanma filozofları, özellikle küfür ve ilhad konusunda hep yeni bir şey getirmiş gibi lanse edilir. Halbuki binlerce senedir var olan küfür zihniyetini yeniden diriltmekten başka bir şey yapmış değiller.

Benzer bir durumu Cumhuriyet döneminin önde gelen kişilerinde de görüyoruz. Basit bir örnek: Refik Ahmet Sevengil, 1929 yılında Uyanış Dergisi'nde şöyle yazmış: "Allah'ı da sultanla birlikte tahtından indirdik. Bizim mabedimiz fabrikalardır." İşte bu müşrik zihniyetinin temel meselesi budur. Mabetleri, tanrıları, kıbleleri sürekli olarak değişmeye mahkumdur. Beşeri sömürü düzeninin çıkarları hangi odaktan şekillendiriliyorsa bunların mabedi ve kıblesi orasıdır. Kimi zaman pazar yerleri, kimi zaman fabrikalar, kimi zaman üniversiteler, kimi zaman teknoloji tesisleri... Beşeriyeti sömüren güç merkezi neresiyse orası müşriklerin mabedi, bu merkez kimin elindeyse o müşriklerin tanrısı haline geliyor. Tağutluk böyle işleyen bir mekanizma.

Müşrikler "yeryüzünü, gökyüzünü Allah yarattı ama Allah bizim dünyalık işlerimize de karışmasın" düşüncesindeler. Tıpkı bugün olduğu gibi. O zamanın müşrikleri ile bugünün müşriklerinin zihniyeti aynı. Dediğimiz gibi Fransız ihtilali dönemi düşünürleri "biz tanrıyı gökyüzüne hapsettik" gibi bir sloganı dile getiriyor. Yani haşa "gökyüzü tanrının, yeryüzü insanın." Veya ilk Sovyet astronot uzaya çıktığında, "uzaya çıktığımda tanrıyı göremedim" gibi bir ifade kullanıyor. Bu durum akla, Firavun'un Musa aleyhisselam karşısında söylediği şeyi getiriyor:

"Firavun, 'Ey Haman!' dedi, 'Bana yüksek bir kule inşa et. Belki bazı yollara, göklerin yollarına ulaşırım da bu sayede Musa'nın ilahını görebilirim! Doğrusu onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum.' İşte böylece, yaptığı çirkin iş Firavun'a güzel göründü ve doğru yolu bulması engellendi. Firavun'un tuzağı hüsrandan başka bir sonuç doğurmadı." (Mümin Suresi, 36-37)

Müşriklerdeki zihniyet işte bu. Binlerce sene geçse, insanoğlu uzaya çıksa bile küfrün, şeytanın, tağutun zihin dünyası aynı. Uluhiyet tevhidi konusunda hakikati anlamak istemedikleri için, Allah onların kalplerini, gözlerini mühürlediği için, geçmişten bugüne hepsinde aynı ilkel mantık var.

Bu noktada, Allah'a kulluktan doğan uluhiyet tevhidi konusunda, İslami egemenlik açısından şunu söylememiz gerekiyor: Allah'ın hükümranlığını biz hem kendi hayatımıza tatbik ediyoruz hem de bütün dünyaya tatbik etmek için uğraşıyoruz. Neden? Çünkü insanın yaratılış gayelerinin aslı bu, tevhid. Allah'ı birlemek.

İnsanın yaratılış gayesini yerine getirebilmesi için tevhidi çok iyi anlaması gerekiyor. Bu da ancak İslami egemenliği, yani Allah'ın kulları üzerindeki egemenliğini yaymakla mümkün.

Bu konuda üzerinde durulması gereken bir diğer ayet de şu şekilde:

"Rabbine andolsun ki (onlar) aralarında ihtilaf ettikleri meselelerde seni hakem yapmadıkça, sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir sıkıntı (ve şüphe) duymadan, (sana) tam teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa Suresi, 65'inci ayet)

Yani bir insanın gerçek manada iman etmiş olması için Allah'ın ve Rasulullah'ın hükümlerini kendi anlaşmazlıklarında hak ve batılın ne olduğunu belirleyici esas kılması ve buna tam bir teslimiyet duyması gerekiyor. Anlaşmazlık ise sadece adi anlaşmazlıklar değil. Akla gelebilecek her türlü anlaşmazlık. Mesela bizim anayasamız ne olmalı, bizim kimliğimiz ne olmalı, biz laikliğe nasıl bakmalıyız, milliyetçiliğe, sekülerizme, demokrasiye nasıl bakmalıyız gibi her türlü soru ve anlaşmazlık.

Benzer şekilde bir diğer ayet de Allah'ın bu hükümleri indirme sebebini gayet net şekilde ortaya koyuyor:

"(Ey Muhammed!) İnsanlar arasında, Allah'ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için (bu) Kitab'ı sana gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak biz indirdik." (Nisa Suresi, 105'inci ayet)

Bu ayet ile de Allah azze ve celle, İslam dinini göndermesindeki, fıkıh hükümlerini göndermesindeki, Kuran'ı indirmesindeki sebebi net olarak açıklıyor. Sadece okunsun, feyz alınsın, manevi bir huşu atmosferi oluşsun diye değil. Hükümleri fiilen hayata uygulansın diye.

Allah azze ve celle bize bir kitap indirdiğini, hak ile batılı buna bakarak belirleyeceğimizi ve insanlar arasında buna göre hükmetmemiz gerektiğini söylüyor.

Bir başka ayet:

"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların arzularına uyma, Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamaları için onlardan sakın (diye onu indirdik). Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah onların bazı günahları sebebiyle başlarına bir bela getirmek istiyordur. İnsanların birçoğu gerçekten Allah'ın yolundan çıkmışlardır." (Maide Suresi, 49'uncu ayet)

Bir diğer ayet:

"Yoksa siz, Kitab'ın bir kısmına inanıp geri kalanını inkâr mı ediyorsunuz? İşte içinizden bunu yapanların cezası, dünya hayatında aşağılıktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine çarptırılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir." (Bakara Suresi, 85'inci ayet)

İsrailoğulları'ndan bahseden bu ayet aslında tüm insanlığı muhatap alıyor. Zira halen insanlar, mesela namaz ve oruç konusunda Allah'ın hükümlerine uyarken, Allah'ın indirdiği başka bir hükmü, mesela miras hükmünü uygulamıyor.

Mesela beşeri hukuka, tağuti hukuka göre daha çok miras alacak. Şer'i hukuka göre, yani Allah'ın hukukuna uyarsa daha az miras alacak. Böyle bir ayrımda sırf kendi heva ve hevesi için Allah hükmünü bırakıp, bir tağutun, bir beşerin hükmünü benimseyenler var. O halde nerede kaldı Allah'ın kitabına uymak? Böyle yapan bir insan demiş oluyor ki -haşa- Allah'ım sen beni yaratıyorsun, benim insanlarla aramdaki ilişkiyi düzenlemek için bir kitap gönderiyorsun, ben bu kitabın bir kısmına itaat ediyorum, ama bir kısmına itaat etmek işime gelmiyor. Bu gerçekten insanı imanından edecek bir durum. O yüzden biz, Allah'ın hükümleri ne diyorsa ona harfiyyen itaat etmeye mecburuz.

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in sünneti de bu konuda net örnekler sunuyor. Bir hadis-i şerif şöyle:

"İsrailoğulları nebiler tarafından yönetilirdi. Bir nebi öldüğünde onu bir diğeri takip ederdi. Benden sonra artık nebi yoktur. Ancak birçok halifeler olacaktır." (Buhari, 3196; Müslim, 3429; Ahmed b. Hanbel, 7619)

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in de buyurduğu gibi, yeryüzünde bir insan topluluğu var olduğu sürece insanlar daima yönetilmeye muhtaç olacaklar, bu insan topluluğu bir şeye, bir kanuna, bir kurala göre idare edilecek. İşte Allah, bu insanların ideal şekilde idare edilmesi için bir hükümler bütünü yolluyor.

Bazı seküler düşünceye sahip insanlar dini kabul etmekle beraber, İslam da dahil olmak üzere tüm dinleri tamamen maneviyattan ibaret bir şey olarak görüyor. Oysa Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in hayatından ve davetinden, bunun tam tersini anlamak mümkün. O tağuti bir otoriteye itaat etmedi, onlara karşı mücadele etti, ardından hicret etti ve bir devlet kurdu. Bu tağuti idarecileri yendi, topraklarına İslam'ı hakim kıldı. Bunun ardından seferlere çıktı. Tağuti otoritelerin olduğu, Allah'ın hükmünden başka hükümlere göre yönetilen beldelerde savaşarak Allah'ın dinini hakim kıldı.

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyuruyor:

"'Ben, 'la ilahe illallah Muhammedun rasulullah' deyinceye, namazı kılıp zekatı verinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Onlar bu şeyleri yaptıkları sürece kanlarını ve mallarını benden koru­muş olurlar. Ancak İslamın getirdiği haklar müstesnadır. Onların her birinin he­sabı Allah'a aittir." (Buhari, İman, I7; Müslim, İman, 36, Hadis No: 22)

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, kendisinin ardından da bu işleri yürütmesi amacıyla, İslam devletinin askeri, siyasi, İslami, sosyal, ahlaki, idari tüm işlerini çekip çevirecek bir halife tayin etti. Zira İslam sadece manevi bir anlayış bütününden, bir felsefeden ibaret değil. Allah'ın indirdiği hükümleri uygulayacak meşru bir siyasi otoritenin varlığı gerekiyor, yani İslami bir egemenlik bulunması gerekiyor.

Şu an bu silsile, bu egemenlik kopmuş halde. Fakat bu bir hak ve müjdedir.

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, hilafete dair bir hadisinde şöyle buyurur:

"Nübüvvet aranızda Allah'ın dilediği kadar devam eder, sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra nübüvvet menhecinde bir hilafet olur. Bu da Allah'ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah onu da dilediği zaman ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir saltanat olur. O da Allah'ın dilediği kadar devam eder, sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberrut bir saltanat başa gelir, o da Allah'ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, (yine bir kez daha) nübüvvet menhecinde bir hilafet olur." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 30/355)

İnsanın yönetilme ihtiyacı

İnsanların ihmal ettiği bir diğer konu ise insanın tabiatı gereği yönetilmeye muhtaç olmasıdır. Elbette her insan nefsinden arınmış olsa, ideal bir varlık olsa, cennetteki gibi olsa, kaynaklar da sınırsız olsa, yani hiçbir ihtilaf çıkma ihtimali bulunmasa, yönetilme gibi bir şeye ihtiyaç olmazdı. Fakat dünyada, herkesin birbiriyle çelişen çıkar ve arzuları olduğu için, insan eğer hakka yöneltilmezse ve nefsine uyarsa saptığı için, insanı hakka yöneltecek ve adaleti sağlayacak bir otorite gerekiyor.

İşte egemenlik meselesi buradan doğuyor. Ve bizlerin de İslami egemenlik derken maksadı tam olarak, var olması gereken bu egemenliğin ancak ve ancak İslami bir egemenlik olması halinde hakkın ikame edilebileceği ve adaletin sağlanabileceği. Zira eğer otoritenin, egemenliğin ve yönetimin kaynağı Allah değil de beşerse, burada beşeri bir yönetim ortaya çıkıyor ve tağutlaşma söz konusu hale geliyor. Allah'tan başka hüküm koyucular ortaya çıkıyor ve insanlar sınıflara ayrılıyor. Kanunları koyanlar, onların çevreleri, bunları uygulayanlar ve benzeri kişiler, insanların diğerlerinin üstünde yer alıyor. Bir eşitsizlik, adaletsizlik vuku buluyor. Halbuki Allah'ın otoritesi hakkıyla uygulansa, tüm insanlar, yöneticiler ve yönetilenler de, Allah'ın hükmü karşısında teoride ve pratikte tamamen eşit olabiliyor.

Emirlik ve yöneticilik

Üzerinde duracağımız son mesele, yine benzer bir mefhum olan velayet konusu. Velayet, insanın idari ve siyasi işlerini üstlenmek demek. İbni Teymiyye, "Siyaset" adlı eserinde şöyle söylüyor:

"İnsanların işlerini üstlenmenin, insanları idare etmenin dinin farzların en büyüklerinden olduğunun, hatta dinin ayakta durmasının ancak onunla mümkün bulunduğunun bilinmesi gerekir. Ademoğullarının çıkarı birbirine ihtiyaç duymalarından ötürü toplum halinde yaşamakla gerçekleşir."

İnsanlar toplum halinde yaşamaya mecburdur. Güvenlik için, barınma için, gıda için, diğer nefsi ve duygusal ihtiyaçlar için... Toplum olarak yaşayınca da insanların başında bir yöneticinin bulunması mecburidir. Çünkü toplumsal ilişkilere egemen olan bir hukuk ve bu hukuku uygulayacak otoriteler gerekir. Aksi takdirde toplumda düzen değil kaos olur ve bu toplum, düzenini sağlamış diğer toplumlarca işgal edilerek ya yok edilir yahut köleleşir. Tarihin birçok döneminde bu yaşanmıştır ve halen de yaşanmaktadır.

Rasulullah sallallahi aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

"Üç kişi yolculuğa çıktıkları takdirde, başlarına aralarından birisini emir tayin etsinler." (Ebu Davud, 2241)

Ve şöyle buyurmuştur:

"Üç kişinin aralarından birisini başlarına emir tayin etmeksizin bir açık alanda durmaları helal değildir." (Ahmed b. Hanbel, 6360)

Yani insanlar bir topluluk oluşturduğunda, o topluluk arasında belirli hükümlerin uygulanması, birinin topluluğa yol göstermesi gerekir. Bu hükümleri de Allah adına birinin imam olarak uygulaması gerekir.

Bu noktada Batılılaşmış, sekülerleşmiş bazı kişilerin şöyle bir itirazını duymak mümkün. "Siz Allah adına nasıl ahkam kesersiniz? Allah adına nasıl konuşursunuz?" Fakat burada anlamak istemedikleri şey şu ki, bu anlatılan şey sadece idarecilik ve idareciliğin meşruiyetini Allah'ın dininden alması konusudur. Yoksa idareci dediğimiz kişinin insanları Allah adına konumlandırması ya da insanları cennetlik veya cehennemlik yapması değildir. Hıristiyan zihniyetindeki gibi "dünyada cennetin krallığını kurmak" değildir.

Bizler bunu ifade ederken kastımız, her toplumun bir şekilde idare edilmesi gerektiğidir. Bizler de Müslüman olduğumuz için ve Allah'a kul olduğumuz için, bu idarenin Allah'ın hükmüne göre yapılması gerektiğidir. Ve idare halinde bir kısım yöneticilerin varlığının gerekliliğidir. Yönetici olan kişinin de Allah'ın hükümleri, İslam fıkhı paralelinde insanlar arasında hükmetmesi gerekir.

Burada olan şey -haşa- Allah'ın otoritesinin doğrudan alınıp insanlara uygulanması değildir. Sadece Allah'ın emir ve yasaklarına itaat eden bir Müslüman olarak bir idarecinin, uygun siyasi ve İslami denetim altında, Allah'ın hükümlerinden doğan siyaset ve hukuku insanlar arasında tatbik etmesidir. Yoksa bu imam sekülerlerin, Batılı felsefenin ileri sürdüğü gibi "Allah'ın yegane temsilcisi", "Allah'ın gölgesi" rolüne bürünen, insanlara keyfine göre "sen Müslümansın, sen kafirsin" diyen bir noktada değil. Batı zihniyeti, asırlarca Papalık kurumunun böyle hareket etmesi sebebiyle dinin kendisine karşı felsefi bir tavır almış vaziyette. Oysa İslam dininde durum böyle değil. Fakat modern dünya, tahrif edilmiş Hıristiyanlığın yaptıkları üzerinden oluşan bir felsefi eleştiriyi İslam dinine yöneltme gibi bir kurnazlık yapıyor. Bu maksatlı bir hata.

Müslüman idareciler, Allah'ın hükümlerini kaynak alan fıkıhçıların verdiği fetvalar temelinde hareket eder. Neden? Çünkü yeryüzünde bir adalet olması için bir hükümler bütününün tatbik edilmesi gerekiyor. Bu hükümlerin ise Allah'ın hükümleri olması gerekiyor, zira insanı Allah yaratıyor, insanı en iyi o biliyor. Bu sebeple hükümler indiriyor ki insan en iyi şekilde yaşayabilsin, kaos ve fitne çıkmasın. Bunun sağlanması, iyiliği emredip kötülükten alıkoyma vazifesinin yürütülmesi, cihadı, adaleti, haccı cuma ve bayram namazlarını, tartıda adaleti, mazluma yardımı, had cezalarını vesaire yürütmesi için bir yönetici gerekiyor.

Allah'ın dininin egemen olmasının, İslam'ın egemen olmasının İslami açıdan lüzumu ve bu uğurda mücadelenin gerekliliği bunlardan kaynaklanıyor. Bizler de elimizden geldiği şekilde Allah yolunda bu dinin egemen olması için mücadele etmeye mecburuz.


Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı toplam 2391 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
2 Yorum
Mahmut Cemil İnce Arşivi