Mahmut Cemil İnce

Mahmut Cemil İnce

İslami Çalışma Dersleri 4: Mücadeleyi zorunlu kılan siyasi temeller

İslami Çalışma Dersleri 4: Mücadeleyi zorunlu kılan siyasi temeller

Bu kısımda, İslami mücadelenin ve İslami egemenliğin tesisinin siyasi yönden, dünyevi açıdan gerekliliği üzerinde duracağız.

Siyasetin lüzumu esasen insanın tabiatından ileri geliyor. İnsanın var olmasından bu yana, yani insanlar topluluk halinde hareket etmeye başladığı andan bu yana, siyasetin-devletin gerekliliği ve sebebi üzerine bir çok teori ortaya atılmış. Bu noktada biz bu teorileri detaylı olarak ele almayacağız. Sadece şuna değinmemiz gerekiyor. İnsanlar bir topluluk halinde yaşadığı için, insanın doğası gereği bu topluluğa egemen olması gereken bir kanunlar bütünü ve bu kanunları tatbikle mükellef bir yönetici kesimi gerekiyor. Tabii ki burada bir kesim derken keskin sınırları olan, kendi içinde kapalı bir yaşayışı olan bir insan topluluğu aklımıza gelmemeli. Burada kasıt yalnızca, toplumun içerisinde bir kanunun-düzenin ve yöneticilerin olması gerektiği.

İslami siyasetin gerekliliği

Siyaset, insanlık var olduğundan beri, gerek hak formlarda, gerekse batıl formlarda olsun, varlığını sürdürmüş bir mefhum. Bu siyasi idare zaman içerisinde çeşitlere ayrılmış. Kimi zaman krallıklar, emirlikler, halifelikler, cumhuriyetler oluşmuş, vesaire. Ama insanların bir kısmı bir kısmını hep yönetmiş. Gerek hak şekilde yönetmiş, gerekse batıl şekilde. Bu noktada, Allah azze ve celle'nin yönetim meselesinden Kuran'da çeşitli ayetlerle bahsettiğini görüyoruz. Ayrıca Allah azze ve celle, Müslümanların yönetici olması durumunda gösterecekleri özelliği de açıklamış:

"O kimseler ki kendilerine yeryüzünde iktidar, mevki versek namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten men ederler." (Hac Suresi, 41'inci ayet)

Bu ayette aslında, İslami bir siyasetin, hakka ve adalete uygun, hakça bir siyasetin tanımının çekirdeğini görüyoruz. Bu da nedir? İnsanları adaletle yönetmek, insanlara hakkı emretmek, namazı emretmek, zekatı emretmek, adaleti egemen kılmak, Allah'ın dinini egemen kılmak.

Siyasetin olduğu yerde ve Müslümanın bulunduğu yerde, bu siyaseti İslami bir şekilde yapmanın gerekliliği de ortaya çıkıyor. Bunun temeli şu sebeple hasıl oluyor ki, Allah azze ve celle, İslam'ın hükümlerini, Kur'an'ın hükümlerini bizatihi bu maksatla indiriyor. Bu dünyevi açıdan, siyasetin İslamca olmasının en temel gereği.

Yani Allah azze ve celle dini gönderirken hem uhrevi açıdan insanların selametini, cennete gitmesini arzuluyor, bu sebeple onlara manevi anlamda hakça yaşamayı emrediyor. Hem de belirli kanun, kural, ilke ve düzenlemeler getirerek, dünyada insanlar arasında bir düzen olmasını amaçlıyor, dünyada insanları başıboş bırakmıyor. Allah azze ve celle, sekülerleşmiş kişilerin düşündüğü gibi, insanın sadece nefsini terbiye etmesini istemekle kalmıyor, onun dünyada neler yapacağını da düzenliyor. Taharetten nikaha, boşanmaktan cihada, yemekten aç kalmaya, aile kurmaktan devlet yönetmeye tüm dünyevi işleri tanzim ediyor. Bu sebeple biz dünyada her neyi yapacaksak bunu Allah'ın hükümlerine göre yapmamız gereği doğuyor ki siyaset de buna dahil.

Mevcut küresel düzen

İslami mücadelenin ve İslami egemenliğin gerekliliğini ele alırken ilk olarak üzerinde durmamız gereken şey, şu an dünyadaki siyasi düzen. Dünyada birkaç asır önce temelleri atılan ve şu anda yürürlükte bulunan müesses bir siyasi düzen var. Düzenin kökleri bilhassa Avrupalı devletlerin Sanayi Devrimi gibi, Coğrafi Keşifler denilen sömürü süreci gibi, Rönesans ve Reform gibi faaliyetlerine, aynı zamanda kendi aralarındaki savaşlar neticesinde ortaya çıkan hukuk kuralları gibi noktalara dayanıyor. 1700-1800'lü yıllarda ortaya konan felsefi yaklaşım temelinde, ilerleyen yıllarda yeni bir dünya düzeni doğuyor. Bu düzenin temelleri Allah'ı ve Allah'ın hükümlerini inkar eden seküler, materyalist ve inkarcı ideolojilere dayanıyor. Mevcut düzenin temelinde insanın ilahlaştırılması, her şeyin insanın çevresine yerleştirilmesi ve insanın, sadece hazları doğrultusunda yaşayan bir hayvan haline getirilmesi yatıyor.

Bizlerin İslami bir egemenlik mücadelesinde öncelikle, mevcut küresel düzen ile İslami düzenin bağdaşmazlığını görmemiz ve idrak etmemiz gerekiyor. Batı'da ortaya çıkan düzeni anlamak ve bu düzeni saf dışı bırakabilmek üzere bir metod benimsememiz gerekiyor.

Mevcut düzene dönecek olursak... Avrupa'da bu ortaya çıkan siyasi-felsefi anlayış, zaman içerisinde elde ettiği askeri ve iktisadi güçle beraber, şiddeti organize biçimde kullanma kapasitesi elde ederek dünyanın ekseriyetine hakim oluyor. Samuel Huntington'un bu konuda etkili bir sözü var. Diyor ki:

"Batı'nın dünyadaki hakimiyeti fikri, dini ve ahlaki mükemmelliğine değil, organize şiddet uygulayabilme becerisine bağlıdır."

Nihayetinde bu organize güç kullanımı tüm İslam topraklarının işgaliyle neticelendi. Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında, Osmanlı hilafetinin de dağılmasıyla bütün İslam toprakları fiilen kafirlerin eline geçmiş oldu. Bu dönemde ve öncesinde Çin Türkistan'ı işgal etti, Rusya Batı Türkistan'ı işgal etti, İngilizler Hindistan'ı, Anadolu topraklarını, Arabistan'ı işgal etti. Keza Fransa, İtalya gibi diğer devletler de İslam topraklarını işgal ettiler. Bu süreçte gerçekten hür bir İslam beldesi kalmamış oldu. Elbette bu işgaller öncesinde yıllarca süren bir fikri-siyasi işgal süreci de yaşandı.

Bu işgalci güçler, İslam topraklarında kendilerine bağlı, kukla idarecilerle İslami olmayan yeni siyasi düzenler kurdular. Bu düzenleri kurarken, yıllardır İslam aleminde seküler-dinsiz mantıkla yetişen çevreleri kullandılar. Kurdukları yerel rejimleri tırnak içerisinde "meşru" hale getirdiler ve bu rejimleri ayakta tutacak müstemleke zihniyetli insanlar oluşturdular. Laik, seküler milliyetçi kesimlerden, insanları batıla çağıran sözde din âlimlerinden, modernist-reformist kesimlerden faydalandılar. Bunların hepsini bir arada toplayarak, Ehli Sünnet vel Cemaat'i, yani İslam'ın ana omurgasını saf dışı bırakacak yeni bir siyasi düzen tesis ettiler. Bu müesses siyasi düzen halen varlığını devam ettiriyor. Tabii ki bu sistemlerin geçmişe nazaran bugünkü gücü, otoritesi tartışılabilir.

Bu noktada Müslümanların yapmaya çalıştığı şey temel olarak bu mevcut düzeni saf dışı bırakacak ve yeniden Ehli Sünnet vel Cemaat'in sistematiğinde bir düzen kuracak şekilde hareket etmek.

Bu yeni düzenin siyasi gerekliliği nedendir, bu düzen neden var olmalıdır? Bunu siyasi açıdan bazı kavramlarla ortaya koyacağız.

Otoritenin kaynağı

Evvela İslami düzen dediğimizde, İslami egemenlik dediğimizde, güçlü bir rahmani otoriteden söz etmiş oluyoruz. Bu ne demek? Var olan her otorite belirli bir gücü esas alıyor ve söz konusu bu gücün uygulanmasını temel olarak belirliyor. İslami düzen beşeri takıntılardan, yani milliyetçilik gibi, laiklik gibi, kapitalizm gibi ideolojik-nefsi takıntılardan bağımsız konumda. İslami düzende, bu bağımsızlıktan ileri gelen bir istikrar var. Bu sebeple İslami düzen düşünce bakımından sadece şunu temeline alıyor: İnsanın şahsi ve içtimai olarak dünyevi ve uhrevi saadetinin artması. Bu sebeple de daima, İslami bir düzen olarak biz nasıl ileri adım atabiliriz, nasıl bir güç kurabiliriz, nasıl daha ileriye gidebiliriz gibi soruları temeline alıyor. İnsanlardan nasıl daha çok vergi alırız diye düşünmüyor. İnsanlardan nasıl dünyevi olarak istifade ederiz diye düşünmüyor. İnsanları nasıl kontrol altında tutarız, nasıl baskı altına alırız, nasıl istediğimiz noktalara yönlendiririz diye düşünmüyor.

Ne düşünüyor? Biz bu insanları dünyada nasıl en mutlu hale getirebiliriz, ahirette nasıl Allah'ın rızasını elde edecekleri bir hale getirebiliriz diye düşünüyor. Yani insanları bir ideoloji çerçevesinde tutmak, buna göre yönlendirmek ve istismar etmek gibi bir kaygısı yok. Zaten bu sebeple tarihte, İslami düşüncenin altın çağının ardından Müslümanların topraklarında ilmi-fenni açıdan müthiş atılımlara tanık olunduğunu biliyoruz.

Aynı şekilde İslami egemenliğin, insanlar üzerinden çeşitli siyasi zümreler adına bir rant elde etme gibi bir derdi de yok. İslami otorite bu sebeple dünyevi açıdan da kalkınma ve gelişmeyi esas alan bir otorite. Keza bunu İslam'ın ilk asırlarında da görüyoruz. İslam'ı benimseyen insan kitleleri çok ciddi bir sıçrama gerçekleştiriyor. İslam dünyasında hem fenni hem İslami bilimler çok ciddi bir ilerleme gerçekleştiriyor. İslami sistem insanlara hem dünyevi bir refah sunuyor, onları dünyalık gayeler için baskı altına almıyor ve gelişimi öngörüyor. Bunu hem Allah'ın hem de Rasulullah'ın buyrukları çerçevesinde yapıyor. İslami otoritenin tesisinin, dünyevi açıdan insanların çıkarına olmasının bir sebebi de bu.

Birleştirici bir kimlik

Bir diğer sebep ise İslam'ın siyasi açıdan farklı insan kesimlerini birleştirici bir üst kimlik ortaya koyuyor olması. İslam bölünmemeyi, parçalanmamayı, insanların üstün olacağı tek kıstasın takva olmasını öngörüyor. Bir insanın İslami sistemde yükselmesi, yönetici veya memur olması için bir kan bağına ihtiyacı yok, bir soya ihtiyacı yok, herhangi bir zümreye mensup olmaya ihtiyaç yok. Tek ihtiyacı samimi bir şekilde Müslüman olması ve liyakat sahibi olması. Müslüman olabilmek için de bir millete, bir soya mensup olunması gerekmiyor. İnsan olmak yeterli.

Burada dikkat çekici bir nokta mevcut. Örneğin bir insan, Yahudiler tarafından benimsenecek bir şekilde Yahudi olamaz. Mesela bir kişi isteyerek, arzulayarak Alman olamaz, İngiliz olamaz, Çinli olamaz. Bir insan isterse Türk olamaz, Kürt olamaz, Arap olamaz. Bu sebeple sistem, otorite böylesi kimlikleri esas aldığında, ortaya söz konusu kimlikler çevresinde kısıtlanmış ve parçalanmış topraklar çıkar. 19-20'nci yüzyıllardaki gibi milliyet-toprak temelinde yapılan ve etnik temizliklerle sonuçlanacak savaşlar çıkar. Müslümanları "din savaşları" ile suçlayan çevrelerin bu açıdan seküler ulus devletlerin etnik temelli katliamlarını göz ardı etmesi oldukça manidar.

Eğer biz herhangi bir etnik-siyasi kimliğe mensup olmayı bir sistemin temel şartı koşarsak, gidip dünyanın herhangi bir ucunda insanlara anlatacak bir şeye sahip olamayız. İnsanları kendi siyasi sistem ve anlayışımıza davet etmemiz zorlaşır. Elbette insanlar ekonomik ve sosyal refah vaadiyle bir araya getirilebilir fakat insanı gerçekten insan yapan madde ötesi değerlere ihtiyaç bundan çok daha fazladır. Örneğin bugün Türkiye'den bir insan kalkıp Afrika'ya gittiğinde oradaki insanları Türklük adıyla birleştiremez. Veya bir Arap gittiği zaman orada Araplıktan bahsedemez. Kaldı ki bu coğrafyalarda Türklerin gördüğü büyük teveccüh de İslami geçmişlerinden, bilhassa Osmanlı mirasından kaynaklanıyor. Bu da ayrı bir nokta.

İslam vasıtasıyla bizler, dünyanın herhangi bir ucunda bizim gibi aynı Allah'a aynı şekilde teslim olan insanlarla kardeş haline geliyoruz. Böylece İslam kimliği, aidiyeti ne olursa olsun bütün insanları kapsayıcı bir üst kimlik haline geliyor. Bu elbette belirli bir coğrafyada çeşitli dilsel, kültürel ve sosyal değerleri birbirine yakın insanların daha çabuk ve kolay birlik olacağı gerçeğiyle çelişmiyor. Yani İslami sistemin siyasi kimliğinin olması, büyülü bir şekilde, sihirli bir değnekle Mağrip'teki bir insanın Endonezya'daki ile tek bir siyasi topluluk haline gelmesi anlamına gelmiyor. Burada maksat, Müslümanları ayrımsız birleştiren bir kardeşlik. Ayrıca belirli coğrafyalarda beraber yaşayan Müslümanların, İslam temelli bir ortak millet olması. İslam'ın siyasi açıdan onları birleştirmesi. Yani örneğin Irak, Suriye, Ürdün, Filistin gibi yakın coğrafyalardaki Müslümanlar arasında bir birliktelik olabilir. Bunların yanında Türkiye, Kosova, Batı Trakya, Bosna gibi yakın coğrafyalardaki Müslümanlar arasında bir birliktelik olabilir. Veya Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Doğu Türkistan gibi yakın coğrafyalardaki Müslümanlar arasında bir birliktelik olabilir. Yani tarihi-siyasi-etnik-dilsel vd. açılardan yakın Müslümanların bir arada hareket etmesi elbette daha muhtemel. Bunun İslam'ın asıl kimlik oluşuyla çelişen bir tarafı yok. Elbette istenen durum hepsinin tamamen kaynaşması ve ortak hareket etmesi.

Islah edicilik

İslam'ın önemli siyasi noktalarından bir diğeri ise ıslah edicilik. Bu ıslah edicilik meselesi, Kur'an-ı Kerim'i okuduğumuz zaman bir çok noktada karşımıza çıkıyor. İslami sistem geldiği zaman, dünyevi açıdan, siyasi açıdan insanlar arasındaki krizleri ıslah ediyor. İki insan kavgalıysa onların arasını ıslah etmeye çalışıyor, bir yerde maddi veya manevi bir bozukluk varsa onu düzeltmeye çalışıyor, bir yerde bir ahlaksızlık varsa onu tamire uğraşıyor. Bu da İslami sistemin güzelliklerinden biri.

Mevcut sistemlerin yaptığı gibi, gençlere askere alınacak adam, iş gücü, vergi kaynağı, müşteri, mal satılacak tüketici gözüyle bakmıyor. Onları istismar etmiyor. Daha kolay kontrol edilebilir kılmak için onları ahlaki batağa itmiyor, kumar oynamaya sevk etmiyor, işsizliğin pençesinde bırakmıyor, boş işlerle uğraşmasına göz yummuyor. Hepsini bir insan olarak, mühim birer şahıs olarak ele alıyor ve hepsiyle tek tek ilgileniyor. Onları ıslah etmeye çalışıyor, dünyasını ve ahiretini kurtarmaya çalışıyor. Onlara namazı emrediyor, iyiliği emrediyor, cihadı emrediyor, sadakayı emrediyor. Devletin gücü nisbetinde onlara imkanlar sağlıyor, yurt dışına eğitime yolluyor, ülke içinde faydalı olacakları alanlara yönlendiriyor. Gençlerin ahlakını korumayı, gençlerden evlenmek isteyenlerin evlenmesini dert ediniyor. "Devlete karşı maddi sorumluluklarını yerine getirdikten sonra ne hali varsa görsün" diye düşünmüyor.

Bu sadece insan açısından değil, çevre ve doğa açısından da böyle. İslami bir sistem doğa kirliliğini, sebepsiz yere kesilen bir ağacı, fabrikaların çevreyi zehirlemesini dert ediniyor. Zira hem çevreyi dünyevi olarak korumak gerektiğini, hem de bunları korumanın uhrevi olarak kendi sorumluluğu olduğunu biliyor. "Kirletilen bir derede bir balık ölüyorsa bu benim problemimdir, Allah benden bunu sorar, zira beni yeryüzüne halife olarak yaratmıştır" diyor. Yeryüzünde düzenin korunmasından kendisinin sorumlu olduğunu biliyor.

Elbete İslami sistemin bu sorumluluk dairesini sadece devlet olarak algılamamak gerekir. Bir sebepsiz yere bir yerden bir ağacın yaprağını koparttığı zaman ona nasihat etmek dahi İslami sistemin ıslah ediciliğinin bir göstergesi.

Liyakat, sorumluluk ve Allah katında eşitlik

İslami egemenliğin, İslami mücadelenin gerekliliğinin bir diğer noktasında da liyakat ve sorumluluk hususu yatıyor. İslami egemenlik altında makam sahibi olma konusunda en büyük kıstas liyakatli bir insan olmak. Bir makama herhangi bir milletten olduğu için değil, bir cemaatten olduğu için değil, birinin akrabası olduğu için değil, hem takva sahibi olduğundan hem de dünyevi yetenekleri açısından oraya layık olduğu için getirilmek esas. Keza İslam'da makam talep etmek de hoş görülmüyor. Zira makam talep edilmez, insan makama layık görülür.

Bir diğer nokta, İslami egemenliğin temelinde insanların Allah katındaki temel eşitliği düşüncesinin yatıyor olması.

Her türden beşeri otoritede, iktidar erkinin kullanımı sürecinde iki ana sınıf oluşur:

- Kanunu yapma ve uygulama gücünü elinde tutanlar

- Kanun kendisine uygulanan halk kesimleri

Bu açıdan beşeri sistemlerde her zaman yönetim zümreleri, zenginler, kanunları koyan ve uygulayanlar, meclisler, milletvekilleri, krallar, lordlar, beyler vesaire "üst bir sınıf" haline geliyor. Bunlar ve çevreleri kanunların üzerinde, toplumun üzerinde ve tırnak içerisinde "üstün" bir konuma yükseliyor.

İslami bir sistemde ise kanunu koyan bizatihi Allah azze ve celle. Bu sebeple söz konusu açıdan tek üstün ve tek değerli olan bizatihi Allah azze ve celle. Diğer insanların hepsi, kanunları koyan ilah karşısında, yöneten de olsalar yönetilen de olsalar eşit konumdalar. Bütün insanlar Allah'ın hükümleri karşısında eşit uzaklıktalar, aynı derecede değerliler veya değersizler. Onları değerli kılan, değerlerini artıran tek şey ise takva, yani Allah korkusu, Allah'a karşı gelmekten sakınmak.

İslami sistem bu sebeple tamamen, insanlar arasında adaletin ve Allah'a karşı gelmekten sakınmanın temel ayrım noktası olmasını esas alıyor.


Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı toplam 2108 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Yorumların her türlü cezai ve hukuki sorumluluğu yazan kişiye aittir. Mepa News, yapılan yorumlardan sorumlu değildir. Her bir yorum 600 karakterle (boşluklu) sınırlıdır.
Mahmut Cemil İnce Arşivi