İstediğimiz barış İslam'ın barışıdır BM'ninki değil
1. Bölüm
“Allah bize bilmediklerimizi öğretti”
Hiç şüphesiz, tüm bilginin yegâne kaynağı yüce Allah’tır (c.c.). Bize sahip olduğumuz her şeyi veren yaratıcımız ve rızık vericimiz O’dur. Allah’ın (c.c.) iki ismi vardır: “El-Alîm” (Her şeyi bilen) ve “El-Evvel” (İlk olan). Henüz hiçbir şey yokken bile, Rabbimiz, Yaratıcımız, Terbiyecimiz, Kıyamet Gününün Sahibi ve ibadete layık tek ilah olan Allah (c.c.) vardı. Sonrasında ise lâyıkı ile tanınmak istedi. Böylece kainattaki tüm mahlukatı yarattı.
Allah (c.c.), Âdem’i (a.s.) topraktan yaratmış ve ona her şeyin ismini öğretmiştir:
“Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti…” [Bakara, 2:31]
Âdemoğullarının öğrendiği her şey, başlangıçta babaları Âdem’den (a.s.) gelmiştir. Bu nedenle tüm bilginin temel kaynağı “El-Alîm” olan Allah’tır (c.c.). Nitekim Allah c.c. şöyle buyurur:
“İnsana bilmediğini öğretti” [Alak, 96:5]
Ve yine şöyle buyrulmuştur:
“O (Allah), insanlara Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona apaçık konuşmayı öğretti.” [Rahman, 55:2-4]
İnsanlık tarafından daha önce bilinmeyen yeni kavram veya terimler için ise, Allah (c.c.) zaman zaman dünyanın farklı bölgelerine peygamberler (a.s.) göndermiştir. Bu peygamberler, Allah’ın (c.c.) kendilerine öğrettiği ve emrettiği şekilde bu yeni kavramları tanıtmış, tanımlamış, açıklamış ve detaylandırmışlardır. Gönderildikleri toplumlara dinlerini öğretmek üzere vazifeli olan peygamberler, aynı zamanda bu din öğretisi ile birlikte gelen yeni kavramların manalarını da Allah’tan c.c. aldıkları vahiy üzere temin etmiş ve insanlara öğretmişlerdir.
Daha sonra insan, çevresindeki dünya ile etkileşime girdikçe yeni şeyler keşfetmiş, icat etmiş ve bunlara isimler vermiştir. Bir kişi, toplum ya da ülke yeni bir kavram veya terim ortaya koyduğunda, onun verdiği tanım o kavramla birlikte anılmıştır. Başka bir kişi, toplum ya da ülke o terim hakkında bu tanım ve açıklamaya aykırı bir anlayış geliştirirse, bu onun kendi hatası sayılmış ve bu terimin ‘yanlış kullanımı’ olarak değerlendirilmiştir. Bu hatalı algının temel nedeni ise cehalet ya da şahsi menfaatlere meyyal kasıtlı çarpıtmalar olmuştur.
Anlamları ve kullanımları üzerinde oynanabilecek terimler söz konusu olduğunda ise, her baskın uygarlık bu tür terimleri boyunduruk altına aldığı milletlere dayatmıştır. Günümüzde “Demokrasi” teriminin üzerinde gelişen tartışmaları konunun daha iyi anlaşılması için örnek olarak gösterebiliriz. Bir diğer örneği ise “Anarşizm” kavramı üzerinden verebiliriz. Bu kavram Kropotkin, Bakunin ya da Bertold Brecht gibi düşünürler için dünyaya adaleti getirebilecek bir çözüm olarak algılanırken, Liberal-Seküler-Kapitalist çevreler için bu terim çok daha farklı manalar ihtiva eder.
Bilgi üç yolla elde edilebilir:
- Duyu algısı
- Akıl
- Vahiy
İnsanların bilgi edinme yollarındaki sapmaları
Zaman geçtikçe insanların temel inançlarında bozulmalar meydana gelmiş ve bu da hayatın gerçek mahiyeti hakkında yanlış anlayışlara yol açmıştır. İnsanlar kendi dinlerini, felsefelerini ve ideolojilerini icat etmişlerdir. Günümüzde olduğu gibi pek çok kişi vahyi geçerli ve asli bir bilgi kaynağı olarak tamamen reddetmiş ve hayatın gerçekliğiyle ilgili soruları eksik ve kusurlu akıllarıyla cevaplamaya yönelmiştir. Bunun sonucu ise elbette felaket olmuştur.
Peki “hayatın gerçekliği”nden ne kastedilmektedir?
Kısaca özetleyecek olursak, dünyadaki her insanın hayatla ilgili dört temel soruya doğru cevaplar verebilmesi gerekir. Bu sorulara verilecek doğru cevaplar, kişinin dünyadaki izlediği yolunu doğru tayin edebilmesi için zorunludur. Yanlış, ya da eksik cevaplar ise, günlük hayatta kullandığımız birçok ortak terimin yanlış anlaşılmasına ve hatalı kullanımına yol açacaktır.
Bu 4 soru şu şekildedir:
- Bizim yaratıcımız kimdir, yoksa kendimizi biz mi yarattık?
- Hayatın bir amacı var mıdır, varsa nedir?
- Bu amaca nasıl ulaşılır?
- Ölümden sonra ne olur?
Çeşitli milletler, topluluklar ya da ideolojiler bu sorulara çok çeşitli yanıtlar vereceklerdir. Zira birbirinden farklı ideoloji ve dinlerden farklı farklı yanıtlar gözlemlememiz doğaldır. Fakat bu dört hayati soruya tastamam doğru cevaplar verilmezse, hayatın mahiyetine dair her türlü çıkarım ve anlayış yanıltıcı olacaktır. Hayatının gerçek amacını belirlemeyen ya da bu amacı gerçekleştirmek için doğru yolları izlemeyen bir kişi bu hayatta kaçınılmaz olarak sapacaktır. Bu kişinin hayata dair anlayışı da kusurlu olacaktır, pek çok yaygın kavramı (bu yazının ilerleyen bölümlerinde ele alınan bazıları gibi) yanlış kullanacak ve başkalarını da kendisiyle birlikte saptıracaktır.
Bu dünyada ve ahirette kurtuluşa ermek isteyen herkesin bu dört temel soru ile ilgili doğru bilgiye sahip olması gerekir. Bu soruları doğru cevaplamanın yegâne yolu ise, yaklaşımımızı Kuran ve Sünnet üzere, yani İslam’ın sağlam temelleri üzerine bina etmektir. Birey, bu hayati sorulara olduğu gibi hayatın geneli hakkında da doğru bir yaklaşın ortaya koymak istiyorsa, Kuran ve Sünnet arasındaki doğru dengeyi yakalamalıdır.
Bu anlayışı doğru şekilde yerleştirebilmenin birinci kuralı Allah’a (c.c.) ancak Muhammed (s.a.v.)’in öğrettiği ve uyguladığı şekilde ibadet etmektir. Allah’ın birliği, Muhammed (s.a.v.)’in açıkladığı şekilde tanınmalıdır; hayat, Muhammed (s.a.v.)’in öğretileri doğrultusunda yaşanmalıdır. “Barış”, “adalet”, “eşitlik”, “insan hakları” gibi kavramların doğru anlaşılması ve kullanılması, tamamen bu hayati sorulara verilen doğru cevaplara bağlıdır. Bu sorular hakkında yanlış, eksik ya da belirsiz-şüpheli bir anlayış ortaya koymak, insan için en kötü sonucu doğurabilir. İnsanları hem bu dünyada hem de ahirette felakete sürükleyebilir.
İşte ölçü budur, yol budur. Ve işte bu noktada İslam dışındaki tüm dinler geçersiz hale gelir; hükümsüz kalır.
Peki, İslam bu dört temel hayati soruya nasıl cevap verir?
- Bizim Yaratıcımız kimdir, yoksa kendimizi biz mi yarattık?
Sadece İslam değil, neredeyse tüm ana akım dinler ittifakla şunu kabul eder: Biz insanlar, kendi kendimizi ya da evrenin geri kalanını yaratmadık; bizim bir Yaratıcımız vardır: o da Allah’tır (c.c.).
- Hayatımızın amacı var mıdır, varsa Nedir?
Bir Yaratıcının var olduğu kabul edildikten sonra, üzerinde düşünülmesi gereken bir sonraki adım, O’nun bizi bir amaçla yaratıp yaratmadığıdır. Hepimizin üzerinde düşünmesi gereken konu, insan tarafından icat edilmiş herhangi bir şeyin – bildiğimiz herhangi bir şeyin – amaçsızca var olup olmadığıdır. Hiç şüphesiz, insanın yaptığı her şey belli bir amaca hizmet etmek üzere yapılmıştır. Sağlıklı akıl da buna tanıklık eder. Öyleyse, biz insanların yaptığı her şey bir amaca sahipse, bizim varlığımızın da belirli ve sağlam bir amacı olması vacip olur.
İslam, hayatın amacına ulaşmak için insanların Peygamberlerinin yolunu – yani onun peygamberliğini tasdik etmeyi ve hayatın her alanında onun izinden gitmeyi – günde 24 saat, yılda 365 gün, ölene kadar takip etmeleri gerektiğini öğretir. Nebimiz Muhammed’e (sav) Kur’an’ın indirilmesinden sonra, ister siyah ister beyaz, şehirli ya da köylü, zengin ya da fakir, Asyalı ya da Amerikalı olsun, her birey bu hayattaki amacına ulaşmak için onun sünnetini takip etmek zorundadır.
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; fakat o, Allah’ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.” [33:40]
- Ölümden sonra ne olur?
Hiçbir birey ölüp tekrar dirilmemiştir. Böylece insanlara ölümden sonra ne olduğuna dair şahitlik yapacak kimse yoktur. Bu yüzden, akli açıdan konuşursak, ölümden sonra ne olacağını bilmek, ilahi vahiyden ve zamanın Peygamberinin izinden gidilmediği taktirde insanın bireysel kapasitesini ve aklını aşan bir meseledir. Peygamber Muhammed (s.a.v.) bize ölümden sonra olan olayları, yeterli miktarda ayrıntıyla, kesin ifadelerle öğretmiştir. Bizler Allah’ın c.c. kulları olarak ne cenneti ne de cehennemi gördük. Gaybı gözlemlemedik. Ama Allah (c.c.) bize peygamberleri aracılığıyla tüm bunların gerçekliğini anlattı – bu dünyanın bir sonu olduğunu, yakında sona ereceğini ve sonunda hepimizin öleceğini, sonra da Allah’ın c.c. huzurunda diriltilip dünyadaki amellerimizden hesaba çekileceğimizi bildirmiştir.
“Sonra, şüphesiz ki sizler öleceksiniz. Sonra, yine şüphesiz ki kıyamet günü diriltileceksiniz.” [23:16]
Öyleyse özetleyecek olursak, bu dört temel soruya verilen cevaplar şunlardır:
Allah (c.c.) bizim Yaratıcımızdır, yalnızca O’na ibadet etmek insan hayatının amacıdır, bu amaca ulaşmak için insanlık Peygamber Muhammed’in (s.a.v.) izinden gitmelidir ve öldükten sonra, bizi ilk kez yaratan yüce Allah c.c. tarafından tekrar diriltileceğiz.
“(Ey Muhammed!) De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.” [Yâsîn, 36:79]
Kabir hayatından hesap gününe, ebedî cennet ve cehenneme kadar tüm aşamalar, vahiy yoluyla gelen bilgi ışığında ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Hidayet arayan kimselerin bu aşamalardan herhangi biri hakkında aklında şüphe kalmamıştır.
Kesin ifadelerle açıklanmıştır ki, “Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın resulüdür” diye şehadet eden ve Peygamber Muhammed’in (s.a.v.) öğrettiği şekilde salih ameller işleyen kimseler, hesaptan sonra cennete girecekler ve orada ebediyen yaşayacaklardır. Orada canlarının çektiği her şey kendilerine verilecek ve Allah’ın (c.c.) nimetleri sürekli olarak artacaktır.
“Ancak iman edip salih amel işleyenler başka; onlar için tükenmeyen bir ödül vardır.”[İnşikâk, 84:25]
Buna karşılık, Allah’ın (c.c.) tevhidini ve Peygamber Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini inkâr edenler ise bu dünya hayatında nasiplerine düşen payı alacaklar, ancak ahirette ebedi cehenneme sürükleneceklerdir.
“Şüphesiz ki Allah, iman edip salih amel işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Küfre sapanlara gelince, onlar (dünya hayatından) faydalanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacağı yer ateştir.” [Muhammed, 47:12]
Ve orada onlar için artacak olan tek şey azap olacaktır… milyarlarca yıl değil… ebediyen!
“Artık tadın! Size artırılacak başka bir şey yoktur, sadece azap artırılacaktır.” [Nebe’, 78:30]
2. Bölüm
Bazı yaygın terimlerin doğru anlamı ve kullanımı
Hayatla ilgili temel sorular doğru bir şekilde cevaplandığına göre, dünyada ne yapılacağı, bu sorulara verdiğimiz Müslümanca cevapların ışığında hangi kurumların inşa edileceği ve hangi faaliyetlerin yürütüleceği gibi diğer sorular da kendiliğinden açıklığa kavuşmuş olur.
Peki “barış”, “eşitlik”, “adalet”, “insan hakları”, “özgürlük” gibi terimler gerçekte ne anlama gelir? Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini kurtuluş için bağlayıcı olarak kabul etmeyen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi mi barışın ne olduğunu doğru şekilde açıklamaktadır, yoksa Muhammed’in (s.a.v.) şeriatı mı barışın gerçekte ne olduğunu izah eder?
Yalnızca İslam, tüm insanlığın değerlendirildiği ve tüm düşünce ve kavramların tashih ve ıslah edildiği hak dindir. Allah’ın tahrif edilmemiş son kitabı olan Kur’an şöyle açıklar:
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” [Âl-i İmrân, 3:85]
Bu nedenle örneğin, İslam’ın “barış” olarak tanımladığı şey gerçek barıştır. Bu kavram ile ilgili olarak İslam temeli dışında kalan temellere dayanan her yorumlama ise yanlıştır, merduddur. Bu temel üzerine, “Yeni Dünya Düzeni”nin uygulayıcıları ve aktörleri tarafından kullanılan birçok terimin gerçekte ne anlama geldiğini açıklamaya çalışacağız…
Örneğin, Amerika, Afganistan’a “Afgan halkı için barış, güvenlik ve özgürlük sağlamak” amacıyla gittiğini iddia etmektedir.
BM İnsan Hakları Bildirgesi, “bireyin özgürlüğünü” ve dünyadaki tüm erkek ve kadınların birbirleriyle “barış içinde” yaşama “hakkını” tanımaktadır. Herkesin “istediğine inanma hakkı” olduğunu savunur ve “ilerleme”, “kalkınma”, “adalet” ve “eğitim”in gerekliliğini müdafaa eder. Fakat bütün bunları savunurken, bu terimlere kendi hayat anlayışlarına göre bir mana vererek hareket eder.
Dosdoğru yolun rehberi olan ise sadece yüce Allah’tır C.c.
Bu minvalde “Barış” kavramını inceleyelim;
Barış (Peace)
Bu kısımda “barış” kavramı ile ilgili İslam’ın verdiği mana üzerinde duracağız. Böylece İslam dininin “barış” kavramına verdiği mana ile BM ve Batı dünyasının bu kavrama verdiği mana arasındaki farkı son derece net bir şekilde görebileceğiz.
Barış büyük bir nimettir ve Allah’ın bir lütfudur. Allah (c.c.) bir toplumdan razı olduğunda, onlara bu büyük nimeti bahşeder. Bu yüzden, Hz. İbrahim’in (a.s.) Mekke halkı için yaptığı duada şöyle dediğini görürüz:
“…Rabbim! Bu beldeyi (Mekke’yi) güvenli bir belde kıl ve beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut…” [İbrâhîm, 14:35]
Öyleyse Allah’ın c.c. nebisi İbrahim (a.s.) “Barış içerisinde olan bir beldeyi” tanıtırken, bu beldenin özelliğinin, içerisinde putlara değil, sadece yüce Allah’a c.c. ibadet edilen bir belde olduğunu vurgular. Diğer bir deyişle “barış”, putlara değil sadece ve sadece alemlerin rabbi olan Allah’a c.c. ibadet etmektir. Şimdi kendimize soralım, BM bildirgeleri, İbrahim’in a.s. bu “barış” tanımına katılıyor mu?
Buna karşılık, Allah (c.c.) bir topluma gazap ettiğinde, onların barış ve güvenliğini alır ve onlara korku ve güvensizlik hâkim kılar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah şöyle bir şehri misal verdi: O şehir güvenli ve huzurluydu, rızkı her yerden bol bol gelirdi; fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bunun üzerine Allah, yapageldikleri şeyler sebebiyle, onlara açlık ve korku felaketini tattırdı.” [Nahl, 16:112]
Burada da Allah c.c., “barış” kavramının hüküm sürmediği bir beldeyi tanımlarken, o beldenin en açık özelliğinin Allah’a c.c. isyan etmek olduğunu söyler. Yani bu tanıma göre barış ve selametin olmadığı bir beldenin böyle olmasının sebebi, Allah’a c.c. isyan ve nankörlük yapılıyor olmasıdır. Acaba BM bildirgeleri de bizimle aynı fikirde mi?
Allah (c.c.), Kur’an-ı Kerim’in başka bir yerinde kalbin huzuru (ya da sükûneti - barışı) hakkında şöyle buyurur:
“İman edenler ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” [Ra’d, 13:28]
Burada da Allah c.c. bireysel huzur ve barışın ancak Allah’ı c.c. zikretmekle olabileceğini aktarır. Sizce batının tiranları bizimle aynı fikirde mi?
Belirli bir yerin, örneğin Mekke’nin, barışı hakkında Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken Bizim Mekke'yi güven içinde ve kutsal bir yer kıldığımızı görmediler mi? Batıla inanıp Allah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?”[Ankebut, 29:67]
Burada da yüce Allah c.c. etrafında insanların kaçırılıp rehin alındığı güvensiz bir beldeyi, dilediğinde nasıl barış içinde ve güvenilir kıldığını anlatmaktadır. Yani Allah c.c. dilediğinde bir beldeyi emniyet ve barış üzere kılabilir. BM bildirgeleri ve Batı anlayşında ise bir ülkenin barış içerisinde olması demek, ABD hegamonyasını kabullenmesi ve uluslararası faiz-hırsızlık düzenine entegre olması demektir.
Allah c.c. bazı muayyen vakitlerle ilgili de “barış” kavramını örtüştürmüştür. Örneğin Kadir Gecesi hakkında şöyle buyurur:
“O gece, tanyeri ağarıncaya kadar esenliktir (barıştır).” [Kadir, 97:5]
Yüce Allah c.c. bizlere burada Kuran’ın indirildiği gecenin barış ve esenlik dolu olduğunu müjdeler. Buna göre o gecenin barış ve esenlik içerisinde olmasının sebebi Kadir gecesi olmasıdır. Peki kafirler için barış ve esenlik dolu olan gece hangi gecedir? Gece
kulüplerinde geçirilen bol alkollü bir akşamın gecesi mi? Sevdikleri şarkıcının konserinde saatler geçirdikleri bir akşamın gecesi mi? Yoksa tuttukları takımın şampiyon olduğu gece mi?
Barış halindeyken insanlığa düşen görev nedir?
Müslümanlar barış içinde olduklarında, Allah (c.c.) onlara namazı ikame etmelerini emreder.
“…Ama güvenliğe kavuştuğunuzda, artık namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz, müminler üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır.” [Nisa, 4:103]
Peki Batı dünyasının verdiği anlayışta barış içinde olanlara emredilen nedir? Tatile gitmek mi? Yoksa kredi ile arabasını yenilemek mi?
Hz. İbrahim (a.s.) kavmiyle tartışırken şöyle demiştir:
“Şüphesiz ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim; ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartıştı. O da dedi ki: ‘Allah beni doğru yola iletmişken, siz benimle Onun hakkında mı tartışıyorsunuz? Ben, O’na ortak koştuklarınızdan korkmam. Ancak Rabbimin dilemesi müstesna. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt almayacak mısınız? Siz Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden neden korkacakmışım? Hâlâ iki gruptan hangisinin güvenlik içinde olmaya daha layık olduğunu bilmeyecek misiniz? İman eden ve imanlarını zulümle (şirkle) kirletmeyenler, işte onlar güvenlikte olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır.’” [En’am, 6:79–82]
Burada İbrahim efendimiz a.s. barış ve emniyete en layık olanların imanlarına şirk bulaştırmayanlar olduğunu açıkça beyan eder. BM ve ABD için ise barış ve emniyete en layık olanlar, Amerika’nın ihraç ettiği demokrasiye en derinden teslim olanlardır.
Allah (c.c.), çatışan iki Müslüman grup arasında barış yapılmasını teşvik eder.
“Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle savaşırsa, aralarını düzeltin…” [Hucurât, 49:9]
BM ve ABD ise iki taifeyi kendi çıkarına denk düştüğünde gerekirse savaştırır ve onlarca yıl o savaşın devam etmesi için de tarafları kışkırttıkça kışkırtır. Menfaati barış olmasını gerektirdiğinde ise ne yapıp edip bu barışı sağlar. Yıllarca savaştırıp sömürdüğü taraflar ise O’nun önünde bir barış kahramanı gibi selam durur.
Öyleyse, toplumsal barış; Allah’ın şeriatına uyan, Kur’an’ına tabi olan ve Resûlünün (sav) sünnetini izleyen bir topluma verilen ilahî bir nimettir.
Bu barış, insan yapımı anayasalara itaat ederek ya da hayatın en temel sorularına bile doğru cevap veremeyen kişilerin-ülkelerin-sistemlerin arzularına boyun eğerek elde edilmez.
“Barış” teriminin yaygın şekilde kötüye kullanımının sebepleri
Bugün birçok şer’i ve genel kavram ile terim yanlış kullanılmaktadır.
İslam ve Müslümanların düşmanları, İslam’a ve Müslümanlara karşı nefret, fitne, şüphe ve bozgunculuk yaymak gibi şeytanî amaçlarına ulaşmak için kelimeleri yerlerinden oynatmakta, anlamlarını saptırmaktadırlar.
Yukarıda Kur’an-ı Kerim’den verilen birkaç örnekten, “barış” teriminin doğru anlamını ve çeşitli kullanımlarını öğrendik.
Şimdi bu çağda bu terimin nasıl kötüye kullanıldığı konusunu biraz daha detaylandıralım.
Dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar, Tevhid sancağını taşıyarak – Yeryüzünün Rabbi olan Allah’ın c.c. belirlediği şekilde – gerçek barışı tesis etmek için mücadele etmektedirler. Müslümanlar tüm dünyada barışı ikame edebilmek için dinlerinin emrettiği bir mücadeleye sarılmışlardır.
Ancak görüyoruz ki bu “Yeni Dünya Düzeni”nin arkasındaki şeytanî eller, “barış” terimini tamamen yanlış bir anlamda kullanmaktadırlar.
Sıralayalım:
- Açıktan ya da gizliden İslam Şeriatına taban tabana zıt olan her türlü fikre, görüşe ve harekete tahammül etmek barıştır.
- Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve dinimize hakarete sessiz kalmak hoşgörü ve barıştır.
- Kadın ve erkeklerin haram olan etkileşimlerini görmezden gelmek modernlik ve barıştır.
- Açıklık, çıplaklık, zina, homoseksüellik gibi haram olan şeylerin mevcudiyetini ve “yasal” statüsünü kabul etmek hoşgörü ve barıştır.
- Her türlü haksız kazanç, rüşvet, yolsuzluk, manipülasyon ve faiz ortamını görmezden gelmek maslahattır, barıştır.
- Batı’nın İslam coğrafyasında gerçekleştirdiği her türlü katliama sessiz kalmak mustazaflıktır, terörle mücadeledir, aşırıcılığa karşı savaştır, barıştır.
- Gazze’de yaşanan müslüman katliamına iki devletli “barışçıl” çözümler getirmek barıştır.
Bizler Müslümanlar olarak bu maddeleri uyguladığımız sürece “barış sever”, uygulamadığımızda ise “huzur bozucu” ya da “terörist” ilan edilmekteyiz. Lakin bizim Müslümanlar olarak “barış kavramına giydirdiğimiz elbise, BM ve müttefiklerinin bu kavrama giydirdiği elbiseyi yırtıp atmamızı gerektiriyor. Günümüzde bunun en kesif örneği Gazze meselesinde yaşanmaktadır. Gazze’de yaşanan katliamın sona erip barışın sağlanması için BM ve müttefikleri “tehcir” ve “2 devletli çözüm“ gibi öneriler ortaya attılar. Bu çözüm yollarını kabullenmeyenleri ise “barış düşmanı” ilan ettiler. Bizim ise Gazze’ye Allah’ın c.c. kitabında tarif ettiği “barış” ı getirmek için ortaya koyduğumuz çözüm önerisi maruftur. Lakin BM’nin “barış”ını kabullenip teslim olanlar makbul olurken, Allah c.c. ve Resul’ünün tarif ettiği barış için mücadele verenler “huzur bozucular” olarak etiketlenmektedirler.
Biz, Şeriat’ın bize getirdiği barışı talep ediyoruz; İnsanın canını, malını, dinini, aklını, haysiyetini ve nesebini koruyan barışı… İnsan hayatının en temel sorularına bile net cevap veremeyen Birleşmiş Milletler Bildirgesi’nden alınmış olan sahte barışı değil!
Bu “barış” teriminin kötüye kullanılmasından ve onu “gerçek demokrasi” safsatası ile eşdeğer tutmalarından dolayı, İslam ve Müslümanların düşmanları kendilerini “barışçıl”, “barışı seven” gibi sıfatlarla tanımlarlar; buna karşılık, düşmanları olan Müslümanları ise “terörist”, “radikal”, “aşırı uç” olarak nitelendirirler!
İnsan yapımı kanunlara boyun eğmek, “barışçıl vatandaşlar gibi yaşamak” olarak görülürken; Allah’a teslimiyet ise “vatana ihanet” olarak görülür ve ölüme varan cezalarla karşılık bulur.
Kısacası, bu ümmete farz kılınmış temel bir görev olan Emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker(iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak) terk edildiğinde, bu onlara göre “barış” olurken; bu ibadetin yerine getirilmesi ise “terörizm” olarak görülmektedir!
Bugünün aldatıcı kukla medyasından bu kutsal “barış” kelimesini ve onun yanlış kullanımını her gün duymaktayız. Konu dinimizin değerlendirilmesine geldiğinde ise “İslam bir sevgi ve barış dinidir!” derler. Bu söz, zahirde doğru olsa da, bundan kastettikleri şey tamamen batıldır.Sevgi ve barış haktan görünen sözlerdir. Lakin aslında bu sözlerle batıl kastedilmektedir.
Bu sahte barış kisvesi altındaki bozulmanın bir parçası olarak, çağdaş Haçlı Seferleri Müslümanların üzerine musallat edilmiştir.
Bu sözde barış uğruna ABD, Afganistan’a girmiş, Irak’ı işgal etmiş, Suriye’ye çökmüş, Afrika kıtasının her yanında katliamlar gerçekleştirmiş ve İslam coğrafyasında sayısız kadın ve çocuk dâhil olmak üzere milyonlarca Müslümanı katletmiştir.
Bu batıl “barışı” korumak adına, Suudi Arabistan, Yemen, Pakistan gibi milliyetçi ordular, hak ehli âlimleri öldürmüş, zindanlara yollamış ve yalnızca Allah’ın şeriatının kurulmasını isteyen masum erkek ve kadınları susturmuştur.
Bu “barış” uğruna yüzlerce insan zindana atılmıştır; yine bu “barış” uğruna, Avrupalılar Amerika’yı keşfettiklerinde Kızılderili ırkı yeryüzünden silinmiştir.
İki Dünya Savaşı da bu “barış” adına yapılmıştır.
İnsanların beşerî sistemlere (demokrasi vb.) karşı isyan etmedikleri ve isteyerek ya da istemeyerek bu sistemler altında yaşamayı kabul ettikleri takdirde barışın geleceğine inananlar yanılmaktadır.
Şunu çok net ifade etmek gerekir ki, Allah’ın (c.c.) kullarına, yani Müslümanlara herhangi bir seküler beşerî sistemi (demokrasi, komünizm, kapitalizm, diktatörlük, sıkıyönetim vb.) ya da bâtıl temellere dayalı başka bir şeytanî sistemi (örneğin Hristiyanlık gibi) dayatmak gerçek zulmün ta kendisidir.
Siyasi düzenin işliyor gibi görünmesine rağmen, böylesine baskıcı insan yapımı sistemler altında yaşamakta olan Müslümanlar adına aslında işlerlik içerisinde olan bir sistemin varlığından söz edemeyiz. Böyle bir sistem altında Müslümanlar için işlemekte olan tek şey bir illüzyondur, bir tiyatrodur. Böyle ezilmiş toplumlarda, yalnızca Allah’ı (c.c.) anmak ve O’na ibadet etmek isteyen Müslümanların, hem kendileri hem de tüm insanlık adına gerçek barışı sağlamak için çaba göstermeleri zorunludur. Bu da ancak, insanlığın despotların baskıcı sistemlerinden kurtarılıp, El-Adl (Adalet Sahibi) olan Allah’ın c.c. adaletli sistemine boyun eğmeleriyle mümkündür.
Başka bir deyişle, Allah’ın c.c. sistemi olan şeriat olmadan barış elde etmek imkânsızdır.
Barış ancak şeriatın uygulanmasıyla gelir ve şeriat da ancak nebevî yöntemle, yani Allah yolunda mücadele ile gelir.
Gerçek barış, bir bireyin kalbinin ve aklının huzurudur.
Ve herkesin bildiği gibi, bireyler bir araya gelerek toplumu oluşturur ve toplumlar bir araya gelerek insanlığı şekillendirir.
Dolayısıyla, insanlar bireysel düzeyde barış içinde olmadıkça, bir toplumun da gerçek anlamda barış içinde yaşaması mümkün değildir.
İnsanlık, kalp ve zihin huzuruna, arzularına tapınmayı bırakıp Allah’tan (c.c.) hidayet istemek ve O’nu anmak suretiyle ulaşabilir.
Kalplerimiz Yaratıcı’ya bağlı olduğunda ancak o zaman huzur bulabiliriz.
Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” [Ra’d, 13:28]
Kâfirler, hakikat olan İslam’ı kabul etmedikleri sürece bireysel düzeyde asla kalp ve zihin huzuruna sahip olamazlar.
Onların örneği, karmaşık bir makineyi kullanım kılavuzunu açmadan çalıştırmaya çalışan birine benzer. Aynı şekilde, herhangi bir insan, Yaratıcısının gönderdiği kullanım kılavuzu (Kur’an ve Sünnet) olmadan bu makineyi (kendi nefsini) düzgün bir şekilde çalıştıramaz.
Toplumsal barışa gelince; Şeriat yönetimi altında yaşayan bir kâfir bile yaşama, yeme, çalışma ve dinini icra etme hakkına sahiptir, hem de tam güvenlik ve mal emniyeti içinde!
Bu durum, azınlığın (örneğin yüzde 49,9’un) diğerlerinin kendileri için helal ya da haram kıldıklarını kabule zorlandığı demokrasi sisteminden farklıdır.
İslam yönetimi altında tüm diğer azınlıklar dinlerini özgürce yaşayabilirler.
İslam yönetimi altında yaşayan bir müslüman, yaratıcısı olan Allah’ın (c.c.) rızasını kazanmak için huzur içinde çaba gösterir ve yalnızca O’na ibadet eder.
İslam’dan başka herhangi bir sistem altında yaşayan kimse, yaratılış gayesini gerçekleştirmek için huzurla çaba gösterebileceği bir iklimden uzaktır. Bilakis, içerisinde olduğu o bâtıl sistemin devamını sağlayan küçük bir parça gibi işlev görmekten başka bir şansı olamaz. Buna mecbur kalır.
Allah’ı (c.c.) razı etmek için harcanması gereken çaba, mahlukatı memnun etmek uğruna harcanıp heba edilir. Allah’a c.c. duyulması gereken sevgi, korku ve umut; sahte ilahlara, arzulara, kariyere, paraya, kadınlara yönlendirilir.
Bu da sadece endişe ve sıkıntı dolu bir dünya hayatı değil, aynı zamanda ölümden sonra da onu bekleyen ebedi bir cehennem azabı anlamına gelir:
“Kim benim öğüdümden (yani bu Kur’an’dan) yüz çevirirse, şüphesiz onun için sıkıntılı bir hayat vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.
O der ki: ‘Ey Rabbim! Ben (dünyada) gören biriydim. Beni neden kör olarak haşrettin?’
(Allah) buyurur ki: ‘İşte böyle! Sana ayetlerimiz gelmişti de sen onları unuttun (yüz çevirdin). Bugün de sen aynı şekilde unutulacaksın (rahmetimden uzak kalacaksın).’”[Tâhâ, 20:124–126]
Dolayısıyla, bizim çağrımız, Allah’ın (c.c.) yasasının (Şeriat) Allah’ın arzında uygulanmasına yönelik gerçek barışın çağrısıdır.
İslam dini dışında kalan tüm sistemleri savunan, “barış gücü” ya da “mavi bereliler” gibi sıfatlarla kendilerini tanıtan kimseler apaçık bir sapkınlık içindedir.
Onların davetleri sapkınlık ve cehaletle doludur.
Bu arzularına tapan kimseler hem kendileri sapmıştır hem de başkalarını aldatıcı, belirsiz bir “barış”a ve ardından da kendileriyle birlikte ebedi cehenneme sürüklemektedirler.
Dikkat edin!
İnsan hayatının en temel sorularına bile cevap veremeyen Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nden alınmış olan o ucube “barış” tanımları biz Müslümanları zerre kadar ilgilendirmiyor.
Biz Müslümanlar olarak, şeriatın mührünün olmadığı hiçbir barış anlayışını kesinlikle kabul etmiyoruz. Biz, Şeriat’ın bize getirdiği barışı istiyoruz; canı, malı, dini, aklı, onuru ve nesli koruyan bu barışı…
Allah’ın c.c. selamı Müslümanların üzerine olsun...
Bu değerlendirmede yer alan ifadeler yazarın kendi görüşleridir ve Mepa News'in editöryel politikasını yansıtmayabilir